selamierfidan@gmail.com
Bir kadın ve küçük bir kız çocuğu sarı masaların bulunduğu bir sınıfta oturuyor. Kadın, uzun kahverengi saçlı ve gri bir kazak giymiş. Kız çocuğu Elsa karakterinin resminin olduğu koyu renkli bir elbise giymiş ve saçları iki yandan örgülü. Arka planda, duvarda bir takvim var ve üzerinde günler ve aylar yazılı. Masalar ve sandalyeler sarı renkte. Kadın, kızı kucağına almış ve ikisi de kameraya bakarak gülümsüyor.
YAZAN: Selami ERFİDAN

Yaz gününün yorgunluğunu üzerimden atmaya çalıştığım bir akşamdı. Bir kafede, çocuklara olan düşkünlüğünü iyi bildiğim yazar bir arkadaşımla oturmuş, çocuklardan söz ediyorduk. Bana, kimsesiz çocukların korunduğu bir çocuk yurdunu ziyaret etme fikrini önermişti. Arkadaşım ve ben uzun yıllar birçok proje üzerinde birlikte çalışmıştık. Bir sabah, güneş henüz tam anlamıyla yükselmemişti ki, telefonla konuşurken bir anda kendimizi çocuklarla ilgili bir projede buluvermiştik. Bir yazar olarak yıllardır çeşitli sosyal konulara değinmiş, özellikle de çocuklarla ilgili meselelerde duyarlı yazılar kaleme almıştı. Bense, sanatla iç içe geçen hayatımda, çocuklarla ilgili bir sorumluluğu hiç üstlenmemiştim. O gün, yetiştirme yurtlarında kalan çocukların hayatlarına dair bir hikâye yazmak istediğinden bahsedince, belki de bunun bir parçası olabileceğimi düşündüm. İçimde bir merak ve belki de çocuklara yardımcı olma isteği uyandı, ama bir o kadar da tedirgindim. Böyle bir projeye dâhil olmak, alışık olduğum dünyadan çok daha farklı bir sorumluluk gerektiriyordu.

Birlikte yetiştirme yurduna gitme kararını hızlıca hayata geçirdik. Çocuklarla dolu bir yere gitmek, onların dünyasını yakından gözlemlemek, belki de hayatımda hiç hissetmediğim bir deneyimi bana sunacaktı. Heyecanla yurt müdürüyle konuşmuş, onlarda bizi ziyaret için davet etmişlerdi. Ertesi sabah yola çıkarken içimde hafif bir gerginlik vardı. Sorumluluğunun farkında olmadığım bir dünyanın kapılarını aralayacak gibiydim. Arabayla sessizce ilerlerken, bana projeden, yurt çocuklarının hikayelerini nasıl anlatmayı planladığından bahsediyordu. Ne de olsa sonuçta o bir anneydi ve çocukların hislerini, onların sorunlarını daha iyi biliyordu. Her ne kadar sanata dair konuşmalar beni rahatlatmış olsa da yüreğimde derinlerde bir yerde çocuklarla nasıl bir etkileşim kuracağım konusunda hala belirsizlik hissediyordum.

Yurt binası, eski taş duvarları ve geniş bahçesiyle bizi karşıladı. Bahçede oynayan çocukların sesleri, içimdeki gerginliği bir nebze olsun hafifletti. Ancak o an, bu sessiz ama ağır yapının içinde, her bir çocuğun kendi hikayesini barındırdığını anlamıştım. Her biri kayıp bir hayatın izlerini taşıyordu, her biri yeni bir geleceğin umuduyla buradaydı. Arabadan inerken bana dönüp hafifçe gülümsedi. "Hazır mısın?" diye sordu. Cevap vermek yerine başımı salladım. Hazır olup olmadığımı bile bilmiyordum, ama içimde bir şeyler, bu çocuklarla geçireceğim birkaç saatin hayatımda derin izler bırakacağını söylüyordu.

Yurt kapısından içeriye adım attığımızda, yavaşça etrafı gözlemlemeye başladım. Geniş bir salonun ortasında, duvarlarda renkli resimler ve çocukların el izleriyle dolu panolar asılıydı. Hayat dolu bu yerin neşeli enerjisine rağmen, orada bir tür sessizlik hissediliyordu. Bu sessizliği bozan şey ise bahçeden gelen çocuk kahkahalarıydı. Birlikte bahçeye yöneldiğimizde, hayatın ne kadar neşeli ve aynı anda ne kadar hüzünlü olabileceğini düşündüm.

Güneş yazın kavurucu sıcaklığını henüz tam hissettirmemişti, ama gökyüzünde yavaşça yükselirken, yetiştirme yurdunun eski taş binasına vuruyor, duvarların çatlaklarından içeriye altın rengi ışık huzmeleri sızıyordu. Pencere önündeki çiçekler, bu ışığı yansıtıyor ve odanın içine sıcak bir parıltı yayıyordu. Dışarıdan gelen cıvıl, cıvıl çocuk sesleri, günün sakinliğiyle tezat oluşturacak şekilde yankılanıyordu. Bahçede koşturan çocuklar, sanki yaşamın getirdiği tüm zorluklara inat neşeyle doluydu. Kimisi küçük elleriyle birbirini kovalamaca oynuyordu, kimisi ise toprakta buldukları hazineleri paylaşma telaşındaydı. Rüzgâr, hafif esintilerle bahçedeki ağaçların yapraklarını şarkı söylercesine sallıyor, çocukların kahkahalarını doğanın melodisine katıyordu.

Ancak tüm bu olanların, kahkahanın ve coşkunun arasında, dikkatimi çeken farklı bir sessizlik vardı. Bahçenin bir köşesinde, diğerlerinden uzakta duran küçük bir kız... Yüzünde tatlı bir gülümseme olsa da gözlerindeki derin hüzün hemen fark ediliyordu. Bu küçük kızın adı Alin’di. Omuzlarına dökülen açık kumral dalgalı lüle, lüle saçları, güneş ışığında altın gibi parlıyordu. O yaştaki bir çocuğun kendisinden çok daha büyük bir yükü omuzlamış görüntüsü ve minik ellerinin de zamanın ağırlığını taşır gibi cebinde durması, sanki dünyadan saklanmayı öğretmişti. Fakat yine de içinde bir ışık vardı; dünyaya sımsıkı sarılmaya çalışan bir umut, belki de kaybettiği şeyleri yeniden bulma çabası. Yüzündeki masumiyet, içten gelen bir sıcaklık yayıyordu, ama gözlerindeki derin boşluk her şeyi açığa vuruyordu. Hayatındaki o acı kaybın izlerini, adeta minik bedeninde bile görünür hale getirmişti. Yurt görevlilerinden öğrendiğimiz kadarıyla Alin kimi kimsesi olmadığı için birkaç haftadır burada kalıyormuş. Henüz beş yaşındaymış, ailesini elim bir trafik kazasında kaybetmiş. bu yaşa rağmen, ailesini kaybetmenin verdiği yalnızlık, bu minik kızın kalbine ağır bir yük gibi çökmüştü.

Adımlarımı istemsizce ona doğru yavaş, yavaş attım. Ne var ki, bu çocuğun çevresindeki sessizliği bozmaktan çekiniyordum. O kadar yalnız, o kadar kırılgandı ki, yanlış bir adım atarsam bu küçük dünyanın dağılacağından korkuyordum. Ama ona doğru her yaklaştığımda, içimde onu daha yakından tanıma isteği büyüyordu. Bu çocuğun gözlerinde, dünyanın acımasız gerçeklerine rağmen hayata tutunmaya çalışan bir cesaret vardı. Birkaç adım ötede durup, onun sessiz varlığını izlerken, dünyadaki en saf sevginin bu kadar kırılgan bir bedene nasıl sığabildiğini düşündüm.

Yanımdaki arkadaşıma, yurt hakkında bir şeyler sorarken gözlerim hep Alin’deydi. Onun bu yalnız hali, içimde karşı konulmaz bir merhamet uyandırmıştı. Kendimi ona doğru adım adım ilerlerken buldum. Diğer çocukların neşeli çığlıklarının aksine, Alin’in çevresinde sessizlik hakimdi. Sanki sessizlik, onun bir zırhı gibiydi; onu dış dünyanın gürültüsünden, karmaşasından koruyan ince bir örtüydü. Yanına vardığımda, küçük yüzünde beliren o tatlı gülümsemesi beni şaşırttı. O kadar sevimliydi ki, ama gülümsemesinin altında derin bir kırılganlık yatıyordu.

"Merhaba, Alin," dedim, sesimin titremesine engel olamayarak. Gözleri, bir anlığına benimkiyle buluştu. O an, sanki dünyadaki tüm soruların cevabını gözlerinde görmüşüm gibi hissettim.

Alin, bir an sessiz kaldı, sonra kendinden emin bir sesle sordu: "Siz kimsiniz? beni tanıyor musunuz?” Beş yaşında bir çocuktan bekleyemeyeceğim bilinçte sorular soruyordu. Bir dizimin üzerine çöküp o masumiyetin güzelliğini bir an seyredip o lüle, lüle saçlarını iki elimin arasına alıp, sonra yanaklarını okşadım. Tebessümle “hayır!” dedim. Parmağımla işaret edip görevlileri gösterdim. “Onlar söyledi.” Sahiplenme içgüdüsünden midir? yoksa tanıdık bir yüze mi benzetmişti! bilinmez ama, hiç tereddüt etmeden kendinden daha da emin tavırla “beni almaya mı geldiniz, siz benim babam olur musunuz?" deyiverdi.

Bu soruyu duyduğum an, kalbimde bir şeylerin kırıldığını hissettim. Nasıl cevap vereceğimi bilemedim. O kadar basit ve saf bir soruydu ki, ama aynı zamanda arkasında bir dağ kadar büyük bir anlam taşıyordu. Hayatım boyunca bu kadar büyük bir sorumluluğu üstlenmeyi hiç düşünmemiştim. Yanımda duran arkadaşıma kısa bir bakış attım. O da aynı şaşkınlıkla bana bakıyordu.

Alin’in bakışları bana doğrulmuştu. O küçücük bedeninden çıkan bu büyük soru, içimde derin bir çatışmaya yol açmıştı. Bir yandan onu hemen kucaklayıp "Evet" demek istiyordum; diğer yandan böylesine bir sorumluluğu nasıl alabileceğimi sorguluyordum. Kendimle, hayatımla ilgili düşüncelerim karmaşık bir düğüme dönüşmüştü. Uzunca zamandır yıllarımı sanatla geçirmiş, kendi dünyamda yaşamıştım. Bir çocuğa baba olmak, hayatımın hiç düşünmediğim bir yönüne kapı açmak anlamına geliyordu. O kadar hazırlıksızdım ki…

Alin’in bakışları, içimdeki bu karmaşayı fark edermişçesine sabitti. "Babam olur musunuz?" diye tekrar etti, sesi bu kez daha nazikti, ama bir o kadar da kararlı. Yanımdaki arkadaşıma dönüp ekledi: "Siz de annem olursunuz değil mi?" Arkadaşım, nazikçe gülümsedi ve saçlarını okşayarak, "Tatlım, biz sadece arkadaşız. Ben onun eşi değilim," dedi. Ama Alin'in yüzündeki masumiyetin ve anlamaya çalışmanın etkisiyle sessizlik hâkim oldu. Küçücük elleriyle eteğini tutarak bir süre yere baktı, sonra tekrar bana döndü: "Ama beni sevdiniz, değil mi?"

Bu sorunun ağırlığı, diğerlerinden çok daha büyüktü. "Beni sevdiniz, değil mi?" Hayatım boyunca duygularımı sanatla ifade etmiş, sevgi ve bağ kurma kavramlarını hep uzaktan deneyimlemiştim. Ama şimdi, bu küçücük kız, bana sevginin en saf halini sunuyor ve karşılık bekliyordu. Ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. Kalbim hızla atıyor, her şey çok daha zor görünüyordu.

"Elbette seni çok sevdim, Alin," dedim, yutkunarak. "Ama baba olmak sadece sevmekten ibaret değil ki. Hem biz, annenle henüz tanışmadık bile," diye şakayla karışık bir cevap verdim, içimdeki duygusal karmaşayı hafifletmeye çalışarak. Alin, bir an duraksadı, gözlerini yere indirdi. Sonra yüzünde yine o umut dolu bakış belirdi.

"Belki bir gün tanışırsınız," dedi, sanki dünyadaki her şeyin mümkün olduğuna inanır gibi. O an anladım ki, Alin için umut asla kaybolmayacak bir ışıktı ve bu ışık, onun hayata tutunmasını sağlayan en güçlü şeydi…

Yurttan ayrılırken, içimde bir boşluk ama aynı zamanda hafif bir umut vardı. Alin’in el sallayışı, bana bıraktığı derin izlerin bir sembolüydü. O küçücük elleriyle büyük bir dünya yaratmıştı. "Bir gün tekrar görüşürüz değil mi?" dedi, içindeki umudu hiç kaybetmeyen bir

sesle. O an, belki de benim hiç düşünemediğim bir geleceğin kapılarını aralıyordu.


13.09.2024

ANKARA.

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.