Sabah yürüyüşümü yaparken, her zaman önünden geçtiğim manav tezgâhında koyu yeşil mandalinaları görmek, içimde çok değişik duygular uyandırdı. Ne yazık günümüzde mevsimler turfanda meyvelerle belli etmiyor kendini. Şubatta karpuz çıkıyor, kiraz, kayısı, çilek davetsiz konuklar gibi zamanından önce gelip tezgâhlarda boy gösteriyor. Mandalina için de Eylül ayı çok erken. Fakat benim aklıma takılan onun erken gelişi değil, bizim kısır döngü içinde bir yılı daha geride bırakışımız.
Uyarılan beynim her şeyi derin algılıyor yine. İşte yaseminli, melisalı bahçenin önünden geçiyorum. Birinci katın her zaman çiçekli balkonundaki kedi tırnakları bozulmaya başlamış. Çiçek seven yaşlı kadın yine balkonda masasının başında, önünde bulmacası, bu sabah omuzlarında bir şal… Sonbaharın okşayan serinliği başlamış.
Parkın yanındaki elektrik direğinin dibinde hayvanlar için konulan sular değiştirilmiş, dün yeşillenmiş olduklarını fark edip üzülmüştüm. Oh sevindim… Çirkinlikleri görmeme sözü veriyorum kendime, güzel şeyleri görme günüm olsun bugün.
Yürüyüş yolunun solundaki geniş alanda martılar, güvercinler önlerine dökülen ekmekleri iştahla tüketiyorlar. Martılar ne kadar iri, ekmek yemekten obez olmuş hepsi. Erkek güvercinler tüylerini kabartıp boyunlarındaki albenili yeşili, moru dişilerine göstermeye çalışıyor. Karın doyurma derdine düşen dişilerin aldırdığı yok ama bu güzel parıltı benim için çok göz alıcı…
Deniz kıpırtısız. Karşı kıyılar günün ışıklarıyla uyanmış, gözlerini ovuşturuyor. Birkaç balıkçı kısmet aramak için denizde. Kayıklar denize düşen gölgeleriyle ikizleşiyor.
Deniz boyunca yerleştirilmiş banklarda insanlar oturuyor, maviyle göz göze. Bir delikanlı köpeğiyle; bir başka delikanlı omzunda sevgilisinin başı, uzaktan tek kişi gibi... Kız okul kaçağı. Saçlarının dibi iyice beyazlamış, kızıl saçlı, orta yaşlı kadın, sigara arkadaş sayılmazsa, tek başına... Savurduğu dumanda gözleri, sanki o dumanla bir sitem gönderiyor birilerine. Yaşamda olmayan eşine, uzaktaki kızına, sıladaki annesine. Belki de bunların hiçbirini vermeyen geçmiş günlerine…
Başka bir bankta yine yalnız, sorumluluklarının bu saatte deniz kenarına inme hakkı vermediği, yorgun bir kadın var. Başında oyalı yaşmağı, topuklarına inen basma etek, uzun kollu bluzunun üstüne el örgüsü soluk renkli bir yelek giymiş. Onun da mavide gözleri… Elleri kucağında birleşmiş, tek süsü eczane reklamı çantası. Büyük olasılıkla varoştaki evinin sıcacık yatağından erken kalkmış, temizlik için buralara inmiş. Geldiği yerden kokusu bile duyulmayan denize bırakmış özlemlerini, biraz sonra kendi evinde hiç olmamış, olamayacak eşyaları temizleyecek. Kıymetli halıları, koltukları, yerden tavana pencereleri silecek. Yokluğu onun için eksiklik sayılmayan biblo, vazo ve süs eşyasının, tabloların tek tek tozlarını alacak. Aynaları parlatacak. Banyolar, lavabolar, tuvaletler ovulacak. Kireçler çözülecek, kirler akıtılacak… Burada oturup işe başlamadan aldığı deniz havası onun için en büyük armağan. Ceplerine doldurup, kömür dumanlarının kararttığı sokağına götürebilse ne güzel olurdu değil mi?
Kadından sonra sarsılıyor duygularım. Hani hep iyi şeyler düşünecektim. Olası değil bunca çirkinlik, yokluk, yozluk varken ve yürek taşıyan insanlarsak…
Bugün bankların yanına atılan çöplere bakmadan geçmeye çalışıyorum. Görmemek kurtarsa beni, gözlerimi bağlayıp yürüyeceğim ya da at gözlüğü takacağım ama bilmek yok mu bilmek! Çevremizi saran yanlışlıkları bilmek… Bırakılan izleri silmek için çocukluğumuzun silgileri yok; başka bir yerde saklıyor sildiklerini. Yani teknoloji de silemiyor içimizi karartan kirlilikleri, üstelik kendisi daha da artırıyor. Yaşam alanımızı daraltarak, alacağımız nefesi çalıyor bizden. Her yeni buluş kolaycılığa, duygusuzluğa, sıradanlığa iteliyor bizi. Senden davacıyız teknoloji… Ya da ben davacıyım…
İşte sabah yürüyüşlerimin başka bir insanı… Onu her sabah çimenlerin üstünde spor yaparken görürüm. Yanında da bir tekir kedi… Adamın getirdiği mamadan çok; boynunun altını, sırtını okşayışı ilgilendiriyor onu. Kedinin spor hareketlerine uyar gibi adama sürünüşünü görünce yüreğim sevinçle doluyor. Bu görüntü hiç değişmeden her sabah karşıma çıkar. Herhalde kötülüğü yok etmek için var böyle insanlar. Gerçi kötülük hep önde ama yine de bir umut… Hiç yoktan iyidir mi demeli!
Beynim ayaklarımdan çok hızlı bu sabah, yol boyunca her gördüğüm, kuş, taş, insan ağaç duygularımı dürtüyor.
Yine bir sevdiğim karşımda; iğde ağacı, tam yerden yükselmişken bir metre kadar yere paralel ilerleyip sonra dimdik gökyüzüne uzatıyor dallarını. Gümüş ayalı yapraklarına, koyu renk dalları ve taba rengi iğdecikler ne de güzel yakışıyor. Bir kadın meyvelerine uzanırken düşünüyorum yine, ‘meyvesini yemek dışında güzelliğini övmemişse yediğini hak etmiyor’ diye.
Deniz kenarındaki taş yığınının arasında bir anne kedi ve beş yavrusu. Onlarla tanışalı iki ay oldu. İyice büyümüşler, annelerinin yanında neşeyle oynaşıyorlar. Oyunun küçücük kedilere ne kadar yakıştığını görünce çocuklar düşüyor aklıma. En çok da oynayamayan çocuklar…
Döneceğim yere geldim. Gördüğüm her şeyde yeni anlamlar, ayrıntılar arayarak, aynı yollardan geri yürüyorum. İğde koparmaya çalışan kadın, bana doğru geliyor. Henüz olgunlaşmamış meyveleriyle, bir iğde dalı elinde. Yanılmadım! Bu kadın iğdeyi hiç hak etmemiş.
Yaşmaklı yorgun kadın işe başlamış, halıları köpürtüyordur. Kaçak kız sınıf kapısını suçlu tıklatırken içinden uydurduğu mazereti tekrarlıyor, köpekli delikanlı, köpeğini eve bırakmış dokuz vapurunu kaçırmamak için telaşlı adımlarla iskeleye koşturuyordur.
Kızıl saçlı kadın hâlâ yerinde… Gözleri karşı sahile takılı, sigara dumanına sarıyor özlemlerini…
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.