Ülkemiz, bölgemiz ve bütün dünya, son birkaç yıldan beri büyük doğal afetlerle sarsılıyor. Covit-19 salgını milyonlarca can kaybına yol açarken devasa boyutlarda maddi ve manevi tahribata neden oldu. Salgının olumsuz etkileri giderilemeden yangın, su baskını gibi felaketler bastırdı. 6 Şubat’ta üst üste yaşanan ve ülkemizde son yüz yılın en büyük deprem felaketi olarak kayda geçen 7.7 ve 7.6 şiddetindeki iki deprem tüm bunların üzerine tüy dikti.
Yetkililer, 350 bin dolayında insanımızın yıkılan on binlerce binanın enkazı altında kaldığını söylüyor. Şu ana kadar 50 bin can kaybımız olduğu kayda geçmiş bulunuyor. Yaklaşık 120 bin kişinin de kurtarıldığı belirtiliyor. Bu kurtulanların pek çoğunun yaşamına sakat olarak devam edeceği kesin. Halâ göçük altında 180 bin kişinin bulunduğu tahmin ediliyor. Beş yüz atom bombası şiddetinde olduğu söylenen depremde meydana gelen maddi kaybın on milyarlarca liranın üzerinde olduğu muhakkak. Uzun yıllar etkisini sürdürecek olan manevi tahribatın hesabını yapmak ise olanaksız. Bu hesabın içinde depremlerin komşu ülkelerde yarattığı can kaybı ve tahribat yok. Ortaya çıkan tablo insanı dehşete düşürüyor.
Doğal afetler, insanlar arasında dil, din, cinsiyet, etnik köken, inanç, siyasi görüş, ayrımı yapmıyor. Varsıla da yoksula da eşit davranıyor. Her ne kadar varsıllar, felaketlerin sonuçlarından korunmak için birtakım önlemler alınması konusunda avantajlı iseler de bu mutlak bir şey değil. Ekonomik ve sosyal eşitsizlik nedeniyle oluşan sınıf farklılıkları doğal felaketlerin umurunda olmuyor.
Burada soru şudur: Bu boyutta bir felaketin siyaset dışı olduğu şeklinde bir değerlendirme, yaşamın gerçekleriyle örtüşmekte midir? Bir başka anlatımla bu felaketin sonuçlarının politik önceliklerden ve tercihlerden bağımsız olarak ele alınması olanaklı mıdır?
Elbette deprem bir doğa olayıdır. Yerküremizin güneşten kopup bağımsız bir dünya olarak oluşum sürecinde büyük yer hareketlerinin iklim değişikliklerinin, bizim felaket olarak tanımladığımız deprem, sel, su baskını, toprak kayması gibi olayların meydana gelmesi kaçınılmazdır. Mesele, bu oluşum ve olayların felakete dönüşümünün engellenmesi için gereken önlemlerin alınması; başka bir anlatımla onlarla uyumlu ve barışık yaşamanın öğrenilmesidir. Dünyanın deprem haritası bilindiğine, yer altı enerji devinimleri bilim insanları tarafından takip edildiğine ve nihayet depreme dayanıklı yapı teknolojileri gelişmiş olduğuna göre neden fay hatları üzerindeki yerleşimlerin önlenemediği, depreme dayanıklı yapılar inşa edilemediği sorgulanmalıdır. İşte politika tam da bu noktada devreye giriyor. Devletin planlı bir kentleşme ve yapılaşma politikası var mıdır? Yoksa kentleşme ve yapılaşma tercihleri, özel mülkiyet ve serbest piyasa düzeninin acımasız orman kanunlarına terk mi edilmiştir? Başını sokacak konut sahibi olmak isteyen dar gelirli yurttaşlar kendi olanakları ve kaderleriyle baş başa mı bırakılmıştır? Evet, bu bir politik tercihtir ve ne yazık ki, Türkiye’de uzun zamandan beri denetimsiz ve sorgulanamaz vahşi bir piyasa mekanizması işliyor.
Aslında yedi bin yıldır insanlık, özel mülkiyet sistemine geçti geçeli kurt dalamış keçi sürüsüne dönmüş; atomuna dek parçalanmış; yalnızlaşmış ve kendi kaderiyle baş başa bırakılmıştır. Yedi bin yıldır sömürü, soygun ve rant hırsı, ekonomik ve toplumsal süreçlerin merkezine yerleşmiştir. Büyük kalabalıklar tamamen mülksüzleştirilmiş; toprak dahil bütün üretim araçları bir avuç mülk sahibinin elinde toplanmıştır. Bu oligarşik zümre, sahip olduğu mülklerini, pervasız ve sınırsız bir biçimde kâra dönüştürüyor; zenginliklerine zenginlik katmanın çabası içerisinde bulunuyor.
Oysa toplumsal zenginliklerin kaynağında emekçi kitlelerin emeği vardır. Bütün geçim araçlarını üreten, toplumsal zenginlikleri yaratan, bir başka anlatımla yaşamın sürdürülmesini sağlayan emekçi kitlelerdir. Ne var ki, bu kitleler, kendi emek ürünlerine sahip olamıyorlar. Toplumsal zenginliklerden paylarını, bir başka deyişle emeklerinin karşılığını alamıyorlar. İşte, doğal ve toplumsal felaketlerin kaynağında bu akıl dışı çelişki yatıyor.
Toplumsal bir felaket olan derin ekonomik krizleri ele alalım. Plansız üretim ve aşırı kâr hırsı nedeniyle bu krizleri yaratanlar, üretim araçlarına sahip olan büyük sermayedarlar iken, geçim sıkıntısına düşen ve giderek daha da yoksullaşanlar emekçi kitlelerdir. Bu krizlerde sermaye sahipleri, kârlarına kâr katarak daha da karunlaşıyorlar.
Bir doğa olayı olduğu tartışmasız olan depremlere gelince, herkesin gayet iyi bildiği gibi, insanları öldüren deprem değil, plansız kentleşme ve yapılaşmalardır. Plansız kentleşme ve yapılaşmanın ardında da yine bir avuç sermayedarın aşırı kâr ve rant hırsı vardır. Son depremler de kanıtlamıştır ki, bu denli can kaybına ve maddi-manevi tahribata yol açanlar, konutları ucuza mal edip çok rant elde etmek için deprem yönetmeliklerini pervasızca çiğneyen müteahhitler ile onları denetlemekle yükümlü olduğu halde yaygın torpil ve rüşvet ilişkileri nedeniyle denetim görevlerini göz ardı eden bürokratlardır. Bu sorumluluk zincirinin daha da gerisinde, sık sık imar afları çıkaran ve Devlet Planlama Teşkilatını dağıtarak ekonomik kaos ve anarşi yaratan siyasal iktidarlar yer alıyor.
Oysa büyük toplumsal ve doğal olaylar, ancak ve sadece planlı kamu gücü ve toplumsal dayanışma ile göğüslenebilir. Kendi kaderiyle baş başa bırakılmış ve yalnızlaştırılmış bireyler, bu çeşit olaylar karşısında son derece yetersiz ve çaresiz kalıyorlar.
Dünyayı saran ve sarsan Corona salgınından, üçüncü evren savaşına doğru evrilen yerel ve bölgesel savaşlardan, büyük yangınlardan, erozyonlardan, su baskınlarından ve depremlerden, nihayet derin ve müzmin ekonomik bunalımlardan sonra bugün insanlık, yaşamsal bir tercihin eşiğine gelmiştir: Ya özel mülkiyet sistemine, plansız üretim anarşisine, sorunların savaş ve terör yoluyla çözümüne dayanan kapitalist-emperyalist sistemi sürdürerek kendi sonunu getirecek ya da planlı kamu gücü ile toplumsal dayanışma ve katılıma dayanan yeni bir dünya düzeni kurup büyük toplumsal ve doğal felaketlerin üstesinden gelerek, yerküreye barışı ve refahı egemen kılarak nihai kurtuluşunu elde edecektir.
Bu yeni dünya düzeninin adı ‘sosyalizmdir.’ Zira sosyalizm her şeyden önce üretim araçlarının kamulaştırılmasıdır. Demokratik ve merkezi planlamadır. Toplumsal dayanışmanın örgütlenmesi ve kalıcı hale getirilmesidir. Tüm karar alma süreçlerine bu kararlardan etkilenecek herkesin katılmasıdır. Sorunların ve çelişkilerin barışçıl yöntemlerle çözülmesidir. Eşitlik ve özgürlüğün toplumsallaştırılarak gerçek anlamda yaşama geçirilmesidir.
Peki, bu olanaklı mıdır? Elbette olanaklıdır. Sadece olanaklı değil, zorunludur da. Bunun pek çok nedeni vardır. Ama ben burada sadece önemli bulduğum iki nedene vurgu yapmakla yetineceğim.
Birinci olarak, sosyalizm, toplum halinde yaşamaya başlayan insanlığın doğal halidir. Toplumun sosyal sınıflara ve tabakalara bölünmediği dönemlerde eşitlik ve sıkı bir toplumsal dayanışma egemendi. Aynı toteme bağlı klan üyeleri, klanın eşit üyesi sayılır, diğer klan üyelerini kardeş bilirdi. Henüz kadın ve erkek arasında eşitsizlik ortaya çıkmamıştı. Hatta doğurganlıkları, ocağı tüttürme ve türü sürdürme kabiliyetleri nedeniyle kadının klan üzerindeki etkisi ve saygınlığı daha fazlaydı. Klanı, monarklar, otokratlar değil, deneyim ve bilgi birikimleri nedeniyle yaşlılardan oluşan bir meclis yönetirdi. İlkel sosyalizm diyebileceğimiz bu düzen, toplumun sınıflara bölünmesiyle birlikte yavaş yavaş çözülerek parçalandı ve süreç içerisinde özel mülkiyet ve erkek egemen bir düzene geçildi. Sınıflara bölünmüş toplumlar olarak köleciliği, feodalizm, onu da kapitalizm izledi.
Kapitalizm toprağa bağlı köylüyü özgür işçi haline dönüştürürken her şeyi metalaştırdı; alınır satılır hale getirdi. Kapitalist ekonomik sistemi kuran burjuvazi, modern bir sınıf olarak bilimin, teknolojinin, özgürlüğün ve toplumsal ilerlemenin bayraktarlığını yaptı. Reform ve rönesans hareketlerine öncülük etti. Aklı özgürleştirdi. Bu kapitalizmin ilerici dönemiydi.
Ne ki, meta üretimini yaygınlaştırarak serbest piyasayı kuran burjuvazi, aşırı kâr hırsı nedeniyle giderek emek sömürüsünü artırıp emekçileri yoksullaştırırken tüm toplumsal zenginlikleri tekelinde topladı. Oligarşik bir azınlık haline gelip piyasaya egemen oldu. Bununla yetinmedi; dünya pazarına egemen olmak için geri ülkelere sermaye ihracı yapıp ucuz işgücü ve ham madde kaynaklarını ele geçirdi. Bu ülkeleri sömürgesi ve yarı sömürgesi haline getirdi. Bu kapitalizmin emperyalizm aşamasıydı. Emperyalizm aşamasında kapitalizm, bütün ilerici özelliklerini yitirerek gericileşti. Sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki en gerici sınıf ve zümrelerle iş birliği yaparak toplumsal ilerlemenin önüne set çekti. Sık sık patlayan derin ekonomik buhranlarla, yerküreyi paylaşmak için çıkardığı bölgesel ve dünya savaşlarıyla insanlığı perişan etti. Artık kapitalist emperyalist sistem ortadan kalkmadan yani başlangıçtaki sınıfsız, sömürüsüz doğal haline dönmeden insanlık, eşitliğe, özgürlüğe, refaha ve barışa kavuşamaz.
Sosyalizmi olanaklı ve zorunlu hale getiren ikinci neden şudur: Artık insanlık, bireysel olanakları ve özel mülkiyet düzeniyle baş edemeyeceği büyük afetler ve onların felakete dönüşmesini önleyecek büyük projelerle karşı karşıyadır. Bu sorunların üstesinden gelebilmek, planlı, dayanışmacı ve kamucu politikaları gerektiriyor. Planlı ve etkin bir kamu gücü, pandeminin de, yangınların da, depremlerin de yaratacağı olumsuz sonuçları en aza indirebilir ve can kaybı ile maddi tahribatı felaket sınırlarının altındaki değerlere çekebilir.
Bilimin, teknolojinin ve emek üretkenliğinin bugün ulaştığı nokta, ekonomi politiğin kavramlarıyla söylersek üretici güçlerin bugünkü düzeyi, yerkürede yaşayan 8 milyar insanın bütün temel gereksinimlerini karşılayacak, açlığa ve yoksulluğa tamamen son verecek maddi değerleri üretmeye yeterlidir. Sorun, üretim araçları üzerinde özel mülk edinme sisteminin bulunması, üretilen değerlerin gereksinim sahipleri arasında adil dağıtılmaması, asalak küçük bir zümrenin elinde toplanmasıdır. Üstelik bu asalak zümreler, aşırı kâr hırsı nedeniyle dünya pazarından daha çok pay kapmak için bölgesel ve evrensel savaşlar çıkartıyor; bu savaşlarda çatışan taraflara silah satarak kârlarına kâr katıyor; binlerce yıldan beri uygarlıkların biriktirdiği maddi ve manevi değerleri tahrip ediyorlar. Bu akıl dışı durum, mülkiyet ilişkilerine ve özel mülkiyet sistemine müdahale edilmesini, bütün toplumsal zenginliklerin insanlığın ortak malı haline getirilmesini zorunlu kılıyor.
Aşırı kâr hırsı nedeniyle dünyayı yangın yerine çeviren bir avuç kapitalist oligarşinin bulunmadığı, dünyanın bir barış gezegeni haline geldiği, üretilen değerlerin insanlar arasında adil dağıtıldığı zaman, insanlık, sınıflar öncesi doğal haline dönecek; önleyemediği doğal afetlerin en az zararla atlatılmasını sağlayacak; yaralarını sarıp dünyayı güzelleştirmeye devam edecektir. Elbette artık söz konusu olan ilkel sosyalizm değil, sekiz-on bin yıllık uygarlık birikimleri üzerinde yükselecek olan modern sosyalizmdir.
Burada şu soru sorulabilir: Peki, deprem riskiyle karşı karşıya olan Japonya, Şili gibi kapitalist ülkelerde meydana gelen depremler, neden felakete dönüşmüyor? Bu soru önemlidir. Gerçekten bazı kapitalist ülkeler depremin bir felakete dönüşmesini engelleyen önlemleri alıyorlar. Ama ne sayede? Kamu gücü ve toplumsal dayanışma sayesinde. Bu ülkeler büyük doğa olayları karşısında adeta sosyalist olarak hareket ediyor; gereken önlemlerin alınması için kamu gücünü seferber ediyor; kentleşme ve konut politikalarında tamamıyla planlı davranıyorlar. Bu gibi ülkelerde sosyalizme geçiş için özel mülkiyet sistemine müdahale edilmesi, gelir dağılımında adil politikalar izlenmesi, üretimin toplumsallaştırılması yeterlidir. Bunu yapmadıkları için yani kapitalist rejimde ayak diredikleri için ekonomik krizlerden, gelir adaletsizliğinden ve sınıflar arası eşitsizlikten, başlarını kurtaramıyorlar.
Nereden bakarsanız bakın, insanlık, yedi bin yıllık bir özel mülkiyet sisteminden sonra ödenen ağır bedeller göz önünde bulundurulduğunda bir tercihin eşiğine gelmiş dayanmıştır: Ya özel mülkiyet sistemini sürdürerek savaşlarla, ekonomik krizlerle, sık sık felakete dönüşen doğal afetlerle bedel ödemeye devam edecek ya da sosyalizme geçerek, savaşsız, krizsiz, sömürüsüz, felâketsiz yeni bir dünya yaratacaktır. İşte 6 Şubat depreminin mesajı budur.
19 Mart 2023
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.