Güneş en tatlı rengini almıştı. Küçülerek uzaklaşırken, kendisine dikilen o yeşil gözlere sanki gülümsüyor gibiydi. Küçük kız, havuzun kenarına çömelmiş, o tatlı kızıllığı seyre dalmıştı. Sokağın en güzel yeriydi bu saatlerde burası küçük kız için.
“Kindinar!” demişti annesi buranın adına. Bunun anlamını ancak çocuk yıllar sonra sorgulayacaktı. Bir nar gibi kızarık uzaklaşırken güneş, küçük kız hiçbir şeyin farkında değildi. Onun için yalnızca o kızıllık vardı. Birazdan yok olacağından habersiz öylece bakıyordu işte.
Çocuğun gözü birden güneşten ayrılıp yokuşun alt başındaki adama dönüverdi. Adamın bir elinde sebzedolu bir file, öbür elindeyse, büyükçe bir palamut balığı vardı.
Kız onu hemen tanıdı ve yokuştan aşağı hızla koşmaya başladı.
“Baba! Babacığım!” diye haykırarak bacaklarına sarıldı.
Sonra, babasının elindeki balığı alarak taşımaya çalıştı. Fakat boyu o kadar küçüktü ki, yokuşu tırmanırken, elindeki balık zaman zaman yere değiyordu.
Sarı boyalı evlerinin önüne geldiklerinde, güneş kaybolmak üzereydi. Son bir kez o yana baktı ve sonra babasıyla birlikte içeriye girdiler.
Evin mutfağı, kapının hemen girişindeydi. Burası mutfaktan çok, büyük bir oturma salonuydu. Kışlarıbüyük kuzine soba buraya kurulurdu. Pencere ve duvar diplerine sıralanmış minderlere oturulup uzun saman yastıklara sırt verildikten sonra, saatlerce söyleşilirdi.
Aslan, evin, sarı beyaz alacalı kedisi, genellikle sobanın arkasında, büyük ninenin yanı başında kıvrılıp yatardı.
Nine, bu kediyle, Cemile’nin küçük erkek kardeşini daha çok severdi, ya da küçük kıza öyle gelirdi. Öyle geldiğinden de Cemile hem alacalı kediye hem de kardeşine karşı, gizli bir kin besliyordu. Bu yüzden, her fırsatta ikisini de rahatsız ediyor, böylece kendine göre, onlardan intikamını almış oluyordu.
Zavallı kedinin kızın elinden çekmediği kalmamıştı. Orasını burasını çimdikliyor, kuyruğunu çekiştiriyordu. Öte yandan kedicik, tüm çektiklerine karşın, ona olan sevgisinden olacak, Cemile’ye zerre kadar zarar vermiyordu. Ne ısırıyor ne de tırmalayıp yüzünü gözünü kanatıyordu. Oysa Cemile, bunların hepsini hak ediyordu.
Cemile, küçük kardeşini de çok sevmesine karşın, büyük nine, onu daha çok seviyor diye, konuklarınkendisine getirmiş olduğu, o rengarenk şekerleri durmadan kardeşine veriyor diye çok kızıyordu.
Bir gün yine konuklar gelmiş, nineye armağan olarak aynı şekerlerden getirmişlerdi. Bu duruma daha fazla dayanamazdı. Bu kez engel olacak, şekerlerin kardeşine gitmesine izin vermeyecekti.
Konuklar gittikten sonra, kardeşini de bir yolunu bulup sokağa yolladı. Kendisi de hiçbir şey olmamış gibi, ninenin hemen yanına kuruluverdi. Yaşlı kadının cepleri şekerle doluydu. Bu fırsatı kaçırmamalıydı. Ona hiç fark ettirmeden bir cebine elini usulca sokup bir avuç dolusu şekerle geri çekti. Bir anda hepsini ağzına atarak yeniden elini aynı cebe daldırdı. Şimdi şekerlerin tümü avcundaydı artık.
Hiç vakit kaybetmeden bir ok gibi sokağa fırladı. Öbür cebi unutmuştu, ya da ikinci bir cebi boşaltmayı göze alamamıştı belki de. Doğruca evin karşısındaki havuzun kenarına gitti. Yere çömelerek, bütün şekerleri entarisinin eteğine döktü. Hepsi de çeşit çeşitti. Renkleri, şekilleri birbirinden farklıydı. En çok da kırmızı şekerleri seviyordu. Tıpkı şu ufalmakta olan güneşe benziyordu renkleri. Onları yemekten çok, seyretmesi güzeldi Cemile için.Bakışları, bir batmak üzere olan güneşe, bir de kucağındaki şekerlere gidip gidip geliyordu.
Bir an kaybolmakta olan kızıllığa daha yakından bakmak istermiş gibi, ayağa kalktı. İşte ne olduysa o an oldu. Kulağına, suya fırlatılan bir taşın sesini andıran bir “cup” sesi geldi. Havuza baktığında onları gördü. Son bir kez renk cümbüşü yaparak suyun dibini boyladılar.
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.