YAZAN: Yayla BOZTAŞ
Eduardo Galeneo “Ben yürürken sözcüklerde içimde yürüyor,” demişti bir söyleşisinde. Bu cümle bana çok yakın geldi. Ben de sözcüklerimi yürütüyorum kendimle. Gördüğüm her olay, insan, canlı cansız her şey beynimin emriyle söze dönüşüyor.
Düşünüyor, yanıtlıyor, kızıyor, seviniyoruz. Bizim dışımızdakilere çaktırmadan gülüyor, ağlıyoruz. Beynim, sözcüklerim ve ben. Biz üçümüz bazen, sevgi dolu bir dostuz, bazen birbirine küsmüş alıngan yabancılar.
Giydiği iş önlüğünde kireç bulaşıkları; kocaman elinde küçücük kalan, soğanı bol, köftesi az ekmek arasıyla karnını doyuran adamı gören gözlerim hemen beynime iletti. Beynim yüreğime gönderdi burnu duvara toslamış gibi yüzünün orta yerine gömülmüş adamın görüntüsünü. Yüreğimde bir sızı başladı; beynimde düşünceler. Bu kocaman adama bu küçücük ekmek arasının yetip yetmeyeceğini tarttı önce. Evde kaç kişinin onun yolunu gözlediğini düşündüm.
Sonra estetik duygularım karıştı düşüncelerimin içine “Yani şimdi bu kocaman burunu böyle yamultmanın ne alemi vardı be DNA’lar.” Kaza da olabilir ama daha çok doğum armağanı gibi. Acaba aynaya baktığında burnuyla ilgili “Zaten nerem doğru ki!” geçer mi usundan? Tartışırken “Allah’ın yamuk burunlusu,” deyip içini acıtırlar mı? Ya da tanımlanırken, “Hani o göçük burunlu adam yar ya, canım o burnu yüzünün içine gömülmüş adamı diyorum,” derler mi onun için? Adamı arkada bıraktı adımlarım, sözcüklerim buruk yürüyor benimle.
İşte bizi güldürecek, gülümsetecek iki genç kadın, başlarına bağladıkları yemeniden eteklerine kadar her yerleri allı pullu, dallı güllü. Işıl ışıl yanıyorlar. Daha şişman olanı kucağında taşıdığı gülleri kokluyor yürürken. Yanlarında yürüyen sarı bukleli küçük kız sanki onların beş yaşındaki hali… Eteklerini savura savura, memelerini hoplata hoplata yürüyorlar. Bütün sıkıntılarını biraz önce eski bir giysi gibi çıkartıp bir yerlere atmış, rahatlamış iki kadın. Neşeli konuşmalarına patlatılan bir sakız baloncuğu ve kahkahalar karışıyor. Yüreğim gülüyor onlarla.
Gencecik bir kadın kucağında battaniyeye sarılmış bir bebekle vapur iskelesinde değiyor gözüme. Karnı hâlâ büyük, belli ki yakında doğum yapmış. Kendimi haklı çıkarmak için bebeği görecek şekilde yerimi değiştiriyorum. Battaniyenin açık yerinden küçücük pembe surat “Ben daha çok küçüğüm,” derken genç anne, yüzünü battaniyeye gömüp onu öpüyor. Yüreğim, beynim, sözcüklerim hep beraber gülüyor. Burnumda taze, sıcak bir bebek kokusu. Bütün bedenim yıllar öncenin esrikliğinde, gözlerimde oğlumun apak gülüşü, sıcacık kokusu…
Vapurun üst katında tahta kanepelerde denize bakıyor gözlerim. Beynim suya düşen güneş ışıklarının verdiği erinçten sözcüklerime emir veriyor, tümceler kuruyorum, duygu yüklü, özentili. İmgelerim şu aydınlık yolda yürüsem, martıların kanadında uçsam diyor. Elimdeki simidi küçültüp attığım martılar kırk yıllık dostum. Neredeyse elimden kapacaklar lokmalarını. Çığlıklı, güneşli günde benim yüreğim ılık, sözcüklerim deniz köpüğü.
Çevremdeki insanlara bakıyorum, deli beynim, diğer beyinlerin ne düşündüklerinin peşinde şimdi. Şu elleri koynundaki kadın neden hiç gülmüyor? Ciddiyetinde bir hüzün mü var ne?
Karşımdaki genç kızın elleri telefonun tuşlarında sanki “Kuğu Gölü Balesi” oynuyor. İçimde müziği mırıldanıp onun parmak hareketlerine uydurmaya çalışıyorum, uyuyor da. Baş balerin baş parmak. Aman Allah’ım bu ne hız? Beyni de böyle hızlı çalışıyorsa… Beynim kıskanmış gibi durdu bir an. Hemen kaçırdım gözlerimi, şimdi durup dururken emektar beynimi küstürmenin ne alemi var?
Hemen yanımdaki kadında gözlerim. İçinden geçenler maskeli bir gülümseme olarak yüzünde. Seyrettiği şeyler, deniz, martılar, güneş belli ki hoşuna gitmiş. Asla olumsuz düşünmediği gevşemiş, huzurlu mimiklerinden belli.
Ne iyi yüreğim ona da güldü…
Eduardo Galeneo “Ben yürürken sözcüklerde içimde yürüyor,” demişti bir söyleşisinde. Bu cümle bana çok yakın geldi. Ben de sözcüklerimi yürütüyorum kendimle. Gördüğüm her olay, insan, canlı cansız her şey beynimin emriyle söze dönüşüyor.
Düşünüyor, yanıtlıyor, kızıyor, seviniyoruz. Bizim dışımızdakilere çaktırmadan gülüyor, ağlıyoruz. Beynim, sözcüklerim ve ben. Biz üçümüz bazen, sevgi dolu bir dostuz, bazen birbirine küsmüş alıngan yabancılar.
Giydiği iş önlüğünde kireç bulaşıkları; kocaman elinde küçücük kalan, soğanı bol, köftesi az ekmek arasıyla karnını doyuran adamı gören gözlerim hemen beynime iletti. Beynim yüreğime gönderdi burnu duvara toslamış gibi yüzünün orta yerine gömülmüş adamın görüntüsünü. Yüreğimde bir sızı başladı; beynimde düşünceler. Bu kocaman adama bu küçücük ekmek arasının yetip yetmeyeceğini tarttı önce. Evde kaç kişinin onun yolunu gözlediğini düşündüm.
Sonra estetik duygularım karıştı düşüncelerimin içine “Yani şimdi bu kocaman burunu böyle yamultmanın ne alemi vardı be DNA’lar.” Kaza da olabilir ama daha çok doğum armağanı gibi. Acaba aynaya baktığında burnuyla ilgili “Zaten nerem doğru ki!” geçer mi usundan? Tartışırken “Allah’ın yamuk burunlusu,” deyip içini acıtırlar mı? Ya da tanımlanırken, “Hani o göçük burunlu adam yar ya, canım o burnu yüzünün içine gömülmüş adamı diyorum,” derler mi onun için? Adamı arkada bıraktı adımlarım, sözcüklerim buruk yürüyor benimle.
İşte bizi güldürecek, gülümsetecek iki genç kadın, başlarına bağladıkları yemeniden eteklerine kadar her yerleri allı pullu, dallı güllü. Işıl ışıl yanıyorlar. Daha şişman olanı kucağında taşıdığı gülleri kokluyor yürürken. Yanlarında yürüyen sarı bukleli küçük kız sanki onların beş yaşındaki hali… Eteklerini savura savura, memelerini hoplata hoplata yürüyorlar. Bütün sıkıntılarını biraz önce eski bir giysi gibi çıkartıp bir yerlere atmış, rahatlamış iki kadın. Neşeli konuşmalarına patlatılan bir sakız baloncuğu ve kahkahalar karışıyor. Yüreğim gülüyor onlarla.
Gencecik bir kadın kucağında battaniyeye sarılmış bir bebekle vapur iskelesinde değiyor gözüme. Karnı hâlâ büyük, belli ki yakında doğum yapmış. Kendimi haklı çıkarmak için bebeği görecek şekilde yerimi değiştiriyorum. Battaniyenin açık yerinden küçücük pembe surat “Ben daha çok küçüğüm,” derken genç anne, yüzünü battaniyeye gömüp onu öpüyor. Yüreğim, beynim, sözcüklerim hep beraber gülüyor. Burnumda taze, sıcak bir bebek kokusu. Bütün bedenim yıllar öncenin esrikliğinde, gözlerimde oğlumun apak gülüşü, sıcacık kokusu…
Vapurun üst katında tahta kanepelerde denize bakıyor gözlerim. Beynim suya düşen güneş ışıklarının verdiği erinçten sözcüklerime emir veriyor, tümceler kuruyorum, duygu yüklü, özentili. İmgelerim şu aydınlık yolda yürüsem, martıların kanadında uçsam diyor. Elimdeki simidi küçültüp attığım martılar kırk yıllık dostum. Neredeyse elimden kapacaklar lokmalarını. Çığlıklı, güneşli günde benim yüreğim ılık, sözcüklerim deniz köpüğü.
Çevremdeki insanlara bakıyorum, deli beynim, diğer beyinlerin ne düşündüklerinin peşinde şimdi. Şu elleri koynundaki kadın neden hiç gülmüyor? Ciddiyetinde bir hüzün mü var ne?
Karşımdaki genç kızın elleri telefonun tuşlarında sanki “Kuğu Gölü Balesi” oynuyor. İçimde müziği mırıldanıp onun parmak hareketlerine uydurmaya çalışıyorum, uyuyor da. Baş balerin baş parmak. Aman Allah’ım bu ne hız? Beyni de böyle hızlı çalışıyorsa… Beynim kıskanmış gibi durdu bir an. Hemen kaçırdım gözlerimi, şimdi durup dururken emektar beynimi küstürmenin ne alemi var?
Hemen yanımdaki kadında gözlerim. İçinden geçenler maskeli bir gülümseme olarak yüzünde. Seyrettiği şeyler, deniz, martılar, güneş belli ki hoşuna gitmiş. Asla olumsuz düşünmediği gevşemiş, huzurlu mimiklerinden belli.
Ne iyi yüreğim ona da güldü…
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.