YAZAN: Emine KAMÇI
Bir gün doksanlarına gelmiş annemin ellerine dokundum sevgiyle. Ağır ağır tespih çekiyordu. Elleri öyle sevimli gelmişti ki adeta oyuncağıyla oynayan bir kız çocuğunu andırıyordu.
“Ah anneciğim,” dedim, “bu eller, bir zamanlar bir çocuğun elleriydi; bir genç kızın sonra genç bir annenin elleri oldu. Ahırda sütü sağan, tarlada tütün kıran, toprak ananın karnını yarıp da patatesleri çıkaran yine bu eller değil miydi? Şimdi ise payına düşen bu boncuk tanelerine mi bıraktın tüm benliğini?
Kıl namazını anne, çek tespihini ama tüm kaderin, asıl yerin burası değil. Kalk yatağından anne, dolaş baştanbaşa evini; gir mutfağına, yine eskisi gibi yak ocağını anne, başla lezzet cümbüşlerine. Önce sarımsak kokulu tarhana çorbanı kaynat, ardından karnıyarıklıklarını hazırla ama benim kavrulmuş kıyma payımı unutma. Yine her zamanki gibi açıp yarım ekmeğin içini, doldur iki kaşık. Sonra da koy haşlansın makarnan, erit tereyağını, bırak buluşsunlar iki âşık örneği. Yayılsın kokuları ne çıkar, sokaklar ötesine.
Yaşlılığı, hastalığı ve ölümü reddediyordu bir zamanlar. Tüm bunları bir sineği kovar gibi silkinerek, sarsılarak üzerinden atmak istiyordu.
Ölümü istemiyordu. Bu yüzden uyku ilaçlarını almıyordu. Çünkü uyuyup da uyanmamaktan korkuyordu.
Yürürken düşmesin diye baston kullanmasını önerdiğimizde, onu da reddediyordu. Bu durum aşması gereken bir baraj değildi onun gözünde; aşılamaz bir engel olacaktı o zaman. Çünkü daha birkaç yıl önce, yetmişli yaşlarında, vasıtaya binmeyip de birçok yere yaya gittiği zamanlarda, yanında yürüyenleri çoğu kez geride bırakarak uçarcasına ulaşırken hedefine; şimdi bir türlü kabul edemiyordu elinde baston taşımayı.
Nasıl kabul etsindi ki… Bir telefon konuşmasında bile, bir genç kız sesi kadar temiz ve berraktı onun sesi. Öyle ki, bir nineninki gibi asla titremezdi. Şu geçen birkaç yılda ne değişmişti de bir tesbih tanesine bağlanmıştı yaşamı. Kırılan kolu iyileşmiş, bilinci yerine gelmişti. Doksanıncı yaşın izlerini fazlaca taşımıyor, önemli bir sağlık sorunu da yaşamıyordu.
Öyleyse bu kendini kapatma, tüm yetilerini kilitleme de neyin nesiydi… Sanki görmek istemiyor, işitmek istemiyor, konuşmak, anlamak istemiyor, yürümek istemiyor, sadece yaşıyordu. Daha doğrusu yaşadığını sanıyordu. Oysa yaşamak bu değildi. O yalnızca soluk alıyordu. Kısacası çile dolduruyordu annem. Benim yaptığım gibi çile dolduruyordu işte.
Onun başında beklerken yumak çilelerini boşaltıp kendi çilemi dolduruyordum. Ona baktığımda bir şeyler yapamamamın çaresizliğiyle benim de çile doldurmakta olduğum sanısına kapılmam doğaldı belki. Bu denli umutsuz olmamam gerekirdi. Oysa hala bir şeyler yapabilirdi eğer isteseydi. Yapabilir miydi gerçekten; yoksa ben varılan bu sonla yüzleşmek mi istemiyordum? Nereye dek kaçabilirdim bu yüzleşmeden? Kaçamadım da zaten… Yüzleştim yüzleşmesine de çok zor oldu. Acıydı, dayanılmazdı, çaresizlikti bu yüzleşme.
Sessizce gitmişti; sonsuzluğa karışmıştı. O kıpır kıpır elleri de yoktu artık. Uykusunda, acısız sızısız son soluğunu da alıp vererek terk etmişti bizi annem. Öyle demişti kardeşlerim. Gerçekten de acı çekmemiş miydi?
Ona son kez dokunduğumda buz gibiydi. Yüzü küçülmüş, kırışıklıkları yok olmuştu.
“Ellerin nerede anne?” diyemedim. Sanki “İşte burada!” derse onlara dokunamazdım ki… Bir zamanlar işlemekte çalışmakta olan ellerin kıpırtısız durduğuna dayanamazdım kuşkusuz. Onu eski elleriyle anımsamalıydım.
Bir gün doksanlarına gelmiş annemin ellerine dokundum sevgiyle. Ağır ağır tespih çekiyordu. Elleri öyle sevimli gelmişti ki adeta oyuncağıyla oynayan bir kız çocuğunu andırıyordu.
“Ah anneciğim,” dedim, “bu eller, bir zamanlar bir çocuğun elleriydi; bir genç kızın sonra genç bir annenin elleri oldu. Ahırda sütü sağan, tarlada tütün kıran, toprak ananın karnını yarıp da patatesleri çıkaran yine bu eller değil miydi? Şimdi ise payına düşen bu boncuk tanelerine mi bıraktın tüm benliğini?
Kıl namazını anne, çek tespihini ama tüm kaderin, asıl yerin burası değil. Kalk yatağından anne, dolaş baştanbaşa evini; gir mutfağına, yine eskisi gibi yak ocağını anne, başla lezzet cümbüşlerine. Önce sarımsak kokulu tarhana çorbanı kaynat, ardından karnıyarıklıklarını hazırla ama benim kavrulmuş kıyma payımı unutma. Yine her zamanki gibi açıp yarım ekmeğin içini, doldur iki kaşık. Sonra da koy haşlansın makarnan, erit tereyağını, bırak buluşsunlar iki âşık örneği. Yayılsın kokuları ne çıkar, sokaklar ötesine.
Yaşlılığı, hastalığı ve ölümü reddediyordu bir zamanlar. Tüm bunları bir sineği kovar gibi silkinerek, sarsılarak üzerinden atmak istiyordu.
Ölümü istemiyordu. Bu yüzden uyku ilaçlarını almıyordu. Çünkü uyuyup da uyanmamaktan korkuyordu.
Yürürken düşmesin diye baston kullanmasını önerdiğimizde, onu da reddediyordu. Bu durum aşması gereken bir baraj değildi onun gözünde; aşılamaz bir engel olacaktı o zaman. Çünkü daha birkaç yıl önce, yetmişli yaşlarında, vasıtaya binmeyip de birçok yere yaya gittiği zamanlarda, yanında yürüyenleri çoğu kez geride bırakarak uçarcasına ulaşırken hedefine; şimdi bir türlü kabul edemiyordu elinde baston taşımayı.
Nasıl kabul etsindi ki… Bir telefon konuşmasında bile, bir genç kız sesi kadar temiz ve berraktı onun sesi. Öyle ki, bir nineninki gibi asla titremezdi. Şu geçen birkaç yılda ne değişmişti de bir tesbih tanesine bağlanmıştı yaşamı. Kırılan kolu iyileşmiş, bilinci yerine gelmişti. Doksanıncı yaşın izlerini fazlaca taşımıyor, önemli bir sağlık sorunu da yaşamıyordu.
Öyleyse bu kendini kapatma, tüm yetilerini kilitleme de neyin nesiydi… Sanki görmek istemiyor, işitmek istemiyor, konuşmak, anlamak istemiyor, yürümek istemiyor, sadece yaşıyordu. Daha doğrusu yaşadığını sanıyordu. Oysa yaşamak bu değildi. O yalnızca soluk alıyordu. Kısacası çile dolduruyordu annem. Benim yaptığım gibi çile dolduruyordu işte.
Onun başında beklerken yumak çilelerini boşaltıp kendi çilemi dolduruyordum. Ona baktığımda bir şeyler yapamamamın çaresizliğiyle benim de çile doldurmakta olduğum sanısına kapılmam doğaldı belki. Bu denli umutsuz olmamam gerekirdi. Oysa hala bir şeyler yapabilirdi eğer isteseydi. Yapabilir miydi gerçekten; yoksa ben varılan bu sonla yüzleşmek mi istemiyordum? Nereye dek kaçabilirdim bu yüzleşmeden? Kaçamadım da zaten… Yüzleştim yüzleşmesine de çok zor oldu. Acıydı, dayanılmazdı, çaresizlikti bu yüzleşme.
Sessizce gitmişti; sonsuzluğa karışmıştı. O kıpır kıpır elleri de yoktu artık. Uykusunda, acısız sızısız son soluğunu da alıp vererek terk etmişti bizi annem. Öyle demişti kardeşlerim. Gerçekten de acı çekmemiş miydi?
Ona son kez dokunduğumda buz gibiydi. Yüzü küçülmüş, kırışıklıkları yok olmuştu.
“Ellerin nerede anne?” diyemedim. Sanki “İşte burada!” derse onlara dokunamazdım ki… Bir zamanlar işlemekte çalışmakta olan ellerin kıpırtısız durduğuna dayanamazdım kuşkusuz. Onu eski elleriyle anımsamalıydım.
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.