eminekamci@hotmail.com
Açık kahverengi saçlarını toplamış, üzerinde siyah montuyla, açık alanda, gülümsüyor.
Klasik tarzda, metal çerçeveli, iki çanlı bir masa saati. Saatin kadranı beyaz ve üzerinde siyah rakamlar var. Akrep 10’u, yelkovan 2’yi, saniye ibresi 6’yı gösteriyor. Saatin üst kısmında iki adet çan ve ortasında çekiç bulunuyor. Saat, ahşap bir masa üzerinde duruyor ve arka planda bulanık bir şekilde bir koltuk ve ev ortamı görünüyor.
YAZAN: Emine KAMÇI

Bu sabah diğer günlere göre daha erken uyandım. Dünden planlamış olduğum işlere odaklanacaktım. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra mutfağa koşup kendime bir kahve yaptım. Asıl yapmak istediğim, dün dinlemekte olduğum tiyatro repliklerimi kâğıda aktarmaktı. Ancak, kanepeye oturunca, yapmam gereken başka bir şey aklıma geldi ve bilgisayarımı açtım. Halletmem gerekenleri bitirdikten sonra kısa bir süre durdum, ortalığı dinlemeye, başka ne yapmam gerektiğini düşünmeye başladım. Tam karşımda televizyon vardı. Onu, altından ve sağ tarafından çevreleyen küçük bir dolap da bulunuyordu. Televizyonun sağındaki dolap, dört bölümlü raflardan oluşuyordu.
Salonun sessizliğinde öylece beklerken, çalar saatin tik takları iyice ön plana çıkmış, diğer sesleri adeta örtmüştü. Bu saat karşımdaki raflardan birinde duruyordu. İstanbul’a akrabalarımı ziyarete gittiğimde, bu saati bana büyük ablam armağan etmişti. Saatin benzerini onda görmüş, çok beğenmiştim. Eski nostaljik saatlere benziyordu. Ablamsa bana fark ettirmeden, bir ara saatçiye gidip o saatten benim için almıştı. Bu saat güzel bir doğum günü armağanı olmuştu.
Bu tiktaklar yapacağım işlerin seyrini tamamen değiştirmiş, yazmak için beni bilgisayarın başına oturtmuştu.
Karşımdaki raflarda benim sevdiğim nesneler vardı. Örneğin, minicik bir porselen demlik, o da ablamdan armağandı. Küçük küçük biblolar; kimilerini bir arkadaşım vermişti. En alt raftaysa torunumun bırakıp gittiği küçük kırmızı bir araba duruyordu. Rafların tozunu her alışımda, ona dokunurken torunumla ilgili anılarım kafamda yeniden yeniden canlanıyor, beni gülümsetiyordu.
Yazmaya devam ederken bir şey oldu. Kuvvetli bir tıkırtı işittim ansızın. Ses karşımdan geliyordu. Ayağa kalkınca durum anlaşıldı. Rafın altında duran sehpanın üzerine yukarıdan bir kol saati yuvarlanmıştı. Oysa bu saatin yeri çok güvenliydi. Rafların birinde sağlam bir şekilde duruyordu. Sarsıntıya benzer bir şey de hissetmemiştim ama bu saat oradan nasıl düşmüştü, bir türlü çözememiştim. Gerçi son zamanlarda yer kabuğu çok hareketliydi; ancak bugün her şey sakin görünüyordu.
Bugün hava biraz serindi. Dün ara ara yağmur yağmış, ortalığa güzel bir koku bırakmıştı. Bu kokuysa tatlı bir esintiyle her yana dağılmıştı.
Sanırım bugün yağmur yoktu. Bunu, dışarıdan gelen kumrunun neşeli ötüşünden anlayabiliyordum. En son balkona dün gece çıkmıştım. Yağmur henüz kesilmiş, çiçekler ıslaktı. Balkon kapısını aralık bırakarak yatağıma yatmış, ıslak toprak kokusu eşliğinde de uykuya dalmıştım. Gecenin bir yerinde, yine yağmurun yağmakta olduğunu işittim. Yağmuru oldum olası severdim. Onun sesiyle yeniden uykuya daldım. Gördüğüm Çeşitli rüyalarla sonunda sabaha varmıştım. Her nedense, bu sabah, diğerlerinden farklıydı. Bedenim dinlenmiş, bir o kadar da dinginleşmiştim. Beynim pırıl pırıl, düşüncelerim bir kuş kadar özgürdü. O halde bu kuşun kanatlanma zamanıydı. Ben de bu kuşun kanadına tutunarak dilediğim zamana uçabilirdim.
Evet, uçtum, uçtum, sonra da sarı boyalı bir evin önünde durdum. Kapı açıktı. Hemen içeri süzülerek sağdaki odaya girdim. Burası, bir zamanlar kardeşlerimle birlikte uyuduğumuz odaydı. Odanın sol köşesinde küçük bir bavul yer alırdı hep. Bu bavulun içindeyse, ablamın bize zaman zaman satın almış olduğu armağanlar dururdu. Küçük ablamla bana getirmiş olduğu mika bebekler, plastik çantalar, kumaş olarak alıp da kendisinin diktiği kırmızı divitin ceketler; biz onlara o zamanlar dökar ya da dekar derdik. Şu an anımsayamadığım başka başka eşyalar vardı. Küçük ablamla ben, aklımıza geldikçe o bavulun kapağını sessizce açar, içindeki eşyalara okşarcasına dokunur, bebeklerimizle birkaç saniye de olsa oynayıp sonra yerine koyardık. Büyük ablamın armağanları, ileriki zamanlarda da gelmeye devam etti. Mahalle pazarlarını gezerek bulduğu rengarenk kumaş parçalarını ucuza satın alıp bize türlü modellerde elbiseler dikerdi. İyi bir terziydi benim ablam. Daha 11-12 yaşlarındayken dikiş nakış kursuna gitmiş, öyle ki annemden sonra bütün mahallenin dikişini dikmeye başlamıştı.
Odanın diğer yanındaysa yatakların, yorganların ve yastıkların üst üste yığıldığı yüklük benzeri bir bölüm vardı. Bu eşyaların üstleri eski bir çarşafla örtülerek temiz kalmaları sağlanırdı. Akşamlarıysa bu yataklar yerlere serilir, buralarda uyumamız istenirdi. Evimiz kalabalık olduğu zamanlardaysa biz küçükler annemlerin odasına gönderilirdik. Oradaki eşyalarsa, demir bir karyola, yüksekçe aynalı bir konsolla ceviz bir sandıktan ibaretti. Yerlerdeyse, ninemizin eski kumaşlardan keserek yumaklar haline getirip sonra da dokutmuş olduğu kilimler vardı. O kilimleri ben çok severdim. Şimdilerde az da olsa onlardan yine kullanılıyor.
Az önce ötmekte olan kumrunun sesi kesilmişti. Artık yalnızca çalar saatin tik takları işitiliyordu.
Büyük bir fincan çay içince, havanın serin olmasına karşın, biraz sıcaklanmıştım. Ayağa kalkarak balkon kapısını açtım. Her gün yapmış olduğum gibi bugün de saksıdaki çiçeklere bir bir dokunup onlarla konuştum. Sıra önümdeki uzun saksıya gelince bir süre durduktan sonra yoncaları incelemeye başladım ki elim bir yumuşaklığa değince irkilerek elimi çektim. Bu yumuşaklık, yavru bir kedinin tüylerini andırıyordu. Elimi öyle çabuk çekmiştim ki şekline bakmaya, ne olduğunu anlamaya fırsat kalmamıştı. Bir kedi de olmayabilirdi. Evet sıcak ve yumuşaktı ama can vermekte olan bir fare de olması muhtemeldi. Bir kedinin gazabına uğramış olabilirdi. Bütün cesaretimi toplayıp bu canlıya yeniden dokundum. Kanatları ve gagası vardı. Bunun bir kuş olduğundan emindim artık. Sonra ayaklarını fark ettim. Yoksa bacakları mı demeliydim? Ancak bir sorun vardı. Bacaklarından biri sanırım kırıktı. Bacağının birini kıvırırken diğerini dümdüz uzatıyordu. Canlı olduğu belliydi ama toprağın üzerine yüzükoyun uzanmıştı. Hızlıca bir şeyler yapmalıydım. Onu incitmemeye çalışarak orta boy bir sepetin içine yerleştirdim. Altını da peçetelerle besledim. Biraz ekmek kırıntısı, küçük bir kaba da su koydum. Telefonla komşumdan yardım isteyince, o da gelip kuşun kırık bacağını bantla sardı. Pek istediğimiz gibi olmamıştı ama yine de eskisinden daha iyiydi.
Bir süre sonra saatin tik takları arasında sepetten minik kuşun belli belirsiz tıkırtılarını da işitmeye başladım. Biraz sonra tıkırtılar artmaya, dahası kuş ötmeye bile başlamıştı. Ancak ötüşünden hangi kuş olduğunu anlayamadım. Bacağını saran komşum bana, bir kumru yavrusu olduğunu söylemişti ama kumru yavrusu nasıl öter, bu konuda hiçbir fikrim yoktu.
Bu kuş, ötüşlerinin ardından, iyice hareketlenmeye, dahası kanatlanıp evin içinde uçmaya başladı. Perdeden lambaya, lambadan kapıya durmadan uçuyordu. Dışarı çıkmak istediğini tahmin ederek balkon kapısını açtım. Balkona çıkar çıkmaz, doğruca yine gidip yoncaların bulunduğu uzun saksıya kondu ve eskisi gibi toprağa yüzükoyun yattı. Hafif hafif kanatlarını okşuyordum ki birden yine hareketlendi ve balkonun sağındaki mor, gür yapraklı çiçeklerin arasında bir an kayboldu. Aşağıya düşmesinden korktuğum için onu aramaya başladım. Önce bulamadım. Sonra onu mor yaprakların arasında, çiçeğin dallarına tünemiş olarak buldum. Hala onun dermansız olduğunu düşünerek yine kuşu incitmeden alıp sepete koydum ama bu kez sepeti balkonda bırakarak içeri girdim. Ancak ara sıra balkona çıkıp onu kontrol etmeyi de ihmal etmedim.
Ertesi sabah kuşun durumunu merak ederek tekrar yanına gittiğimde, yine onu sepette bulamadım. İyileşip uçtuğunu düşünürken uzun saksının üzerinde olduğunu fark ettim. Parmağımın ucuyla dokunmak isterken aşağılara doğru uçmaya başladı. Önce çiçeğin dalına takıldı ama tekrar uçtu gitti, bir daha da geri gelmedi. Bense ara sıra uzun saksının üzerine bakıyor, belki yine geri gelir, diye umut ediyordum.
İçeriye girdiğimde artık onun kıpırtılarını, ötüşlerini işitmiyordum. Yalnızca ablamın armağanı olan çalar saatin tik takları işitiliyordu.

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.