YAZAN: Filiz GÜLMEZ
Aliye, son günlerde çok sık anımsar olmuştu eski günleri. İçindeki özlemi dindirmenin yolu muydu dost mektuplarını bıkmadan usanmadan okuyuşu? Mektup zarflarını kutulara özenle yerleştirmişti. En üsttekini okumaya başladı:
“8 Mayıs 1974. Bebeğin büyüyünce ona Adiloş Bebeği ninni diye söyleyecek Leyla teyzesi. Karışma mı diyorsun yoksa ama töredir diye üç gün meme verilmeyen Adiloş Bebeleri sen de en az benim kadar seviyorsun, biliyorum.”
Öylesine canlıydı ki tümceler, karşılıklı söylenmiş sözler gibi. Buğulu gözlerine dur demeseydi, duygular göz uçlarından dökülecekti. Son günlerde ağlamak için bahane gerekmiyordu; gözyaşları hazır bekliyordu. Minik oğlunu başka bir şehirde yaşayan annesine bırakmıştı. Bakacak iyi birini bulana kadar bu ayrılığa dayanmalıydı. Duvarda, masada oğlunun fotoğrafları asılıydı. Dışarıda, evin sessizliğini yırtan tik taklara aldırışsız uğuldayan rüzgâr. Dost mektuplarını doyumsuzca okuyan gözler bu kez duvardaki çocuk resimlerinde. Özlem dolu. Anlatılamaz bir özlem bu. Çalışan çoğu annenin ortak sorunu: Ya çok uzaklara bırakılan yavruların özlemi ya da tanımadık birine bırakışın tedirginliği. Yavrusunun aldığı havayı solumak istemiyle doldu içi. Yanı başında duran dost mektuplara gitti gözü yeniden. Bu duygu selini ancak onlarla dizginleyebilirdi.
Kilometrelerce uzakta Leyla, karnını okşadı. Yaşam çeperlerini tekmeleyen, yumruklayan bebeğinin mini mini direnişlerini, içi coşarak duyumsadı. Belki de o ince, küçük kımıldanışlar, ilk başkaldırışıydı insanın. Leyla, kendi bebeği gibi daha birçok bebeciğin bu varoluş kımıldanışını duyumsadı içinde.
Aliye’nin buğulu gözleri birkaç tümce alta ilişti:
“12 Mayıs anneler günüymüş. Kızma bana, senin değil annecik. Bebeğini(K) vitaminiyle besleyenlerin değil. O gün yolda gördüm o “anayı”. En gelişmiş bölgenin Paris’i olan Söke’de. Yalın ayaktı. Çatlaktı yüzü. Bir genç olan gözleriydi altmışlık görünümünde. Bir tek genç olan gözleriyle yaşım kırk bile değil, diyordu sanki. Yanındaki küçük kızın kucağındaydı üç günlük bebeği, eski, yırtık bezler içindeydi. O anaya uzattığım on lira insanlığıma, o anaya vurmak istemediğim, acısına dayanılmaz bir kamçıydı inan.”
Elleri titreyerek dostun mektubunu doyumsuz yudumladı. Yüreğinde bir duygu gözesi coştu. Oğlunun özlemiyle, ilk gençlik yıllarındaki dost anıların coşkusu sarmalayıverdi bütün benliğini. Oğlu burnunda tütüyordu. Birinci yaş günü fotoğraflarına bakarken sevgili dostun mektupları geçmişti eline. O mektuplar öylesine anlamlıydılar ki. Bir daha yaşanmak için uğrunda çok şeylerin seve seve verileceği anıların simgesiydiler.
Leyla, kömür gözlü bir kız dünyaya getirdi. İlk gün meme verdi ona. Annesinin karnındayken tepinen, yumruklayan bebecik bu kez de hırsla sömürdü annesinin sütünü, Adiloş bebeklerin yerine. Leyla’nın yüzü güldü, bir iyice aydınlandı. Bebeğin doğmadan önce karnını yumruklayan minik ellerini öptü. Doydu bebesi. Sıcacık yatırdı yatağına. Gözleri yürek yürek daldı gitti Leyla’nın. İç geçirdi. Yüreği yırtıldı sanki. Keşke tüm bebekler ilk günden doysalardı, sıcacık yatabilselerdi yataklarında. Minik elleri sevgiyle öpülseydi. Üç günlük Fatmalar paçavralar içinde annesinin kucağında dilenmeye çıkmasaydı. Şekerli su, süt, meyve suları, içebilselerdi onlar da. Töredir diye üç gün aç bırakılmasalardı. Bebeğini öptü, kokladı. İçine sokası geldi. “Büyü bebeğim, çabuk büyü. Sana da anlatayım Adiloş Bebeklerin, Fatoların, Abdoların öyküsünü.” diye fısıldadı bebeğinin kulağına.
Aliye, dün ulaşabildi yavrusuna. Yaşadığı kentin havasını birlikte soluyacaktı oğluyla. “Artık, özlem bitti, ayrılık bitti” diye geçirdi içinden. Adiloş bebeklerden birisinin annesi bakacaktı çocuğuna. Belki de özenle büyütemediği yavrusunun yerine, onun çocuğuna bakacak, her gün süt içirecek, yumurta, et yedirecekti.
2009 İzmir
Aliye, son günlerde çok sık anımsar olmuştu eski günleri. İçindeki özlemi dindirmenin yolu muydu dost mektuplarını bıkmadan usanmadan okuyuşu? Mektup zarflarını kutulara özenle yerleştirmişti. En üsttekini okumaya başladı:
“8 Mayıs 1974. Bebeğin büyüyünce ona Adiloş Bebeği ninni diye söyleyecek Leyla teyzesi. Karışma mı diyorsun yoksa ama töredir diye üç gün meme verilmeyen Adiloş Bebeleri sen de en az benim kadar seviyorsun, biliyorum.”
Öylesine canlıydı ki tümceler, karşılıklı söylenmiş sözler gibi. Buğulu gözlerine dur demeseydi, duygular göz uçlarından dökülecekti. Son günlerde ağlamak için bahane gerekmiyordu; gözyaşları hazır bekliyordu. Minik oğlunu başka bir şehirde yaşayan annesine bırakmıştı. Bakacak iyi birini bulana kadar bu ayrılığa dayanmalıydı. Duvarda, masada oğlunun fotoğrafları asılıydı. Dışarıda, evin sessizliğini yırtan tik taklara aldırışsız uğuldayan rüzgâr. Dost mektuplarını doyumsuzca okuyan gözler bu kez duvardaki çocuk resimlerinde. Özlem dolu. Anlatılamaz bir özlem bu. Çalışan çoğu annenin ortak sorunu: Ya çok uzaklara bırakılan yavruların özlemi ya da tanımadık birine bırakışın tedirginliği. Yavrusunun aldığı havayı solumak istemiyle doldu içi. Yanı başında duran dost mektuplara gitti gözü yeniden. Bu duygu selini ancak onlarla dizginleyebilirdi.
Kilometrelerce uzakta Leyla, karnını okşadı. Yaşam çeperlerini tekmeleyen, yumruklayan bebeğinin mini mini direnişlerini, içi coşarak duyumsadı. Belki de o ince, küçük kımıldanışlar, ilk başkaldırışıydı insanın. Leyla, kendi bebeği gibi daha birçok bebeciğin bu varoluş kımıldanışını duyumsadı içinde.
Aliye’nin buğulu gözleri birkaç tümce alta ilişti:
“12 Mayıs anneler günüymüş. Kızma bana, senin değil annecik. Bebeğini(K) vitaminiyle besleyenlerin değil. O gün yolda gördüm o “anayı”. En gelişmiş bölgenin Paris’i olan Söke’de. Yalın ayaktı. Çatlaktı yüzü. Bir genç olan gözleriydi altmışlık görünümünde. Bir tek genç olan gözleriyle yaşım kırk bile değil, diyordu sanki. Yanındaki küçük kızın kucağındaydı üç günlük bebeği, eski, yırtık bezler içindeydi. O anaya uzattığım on lira insanlığıma, o anaya vurmak istemediğim, acısına dayanılmaz bir kamçıydı inan.”
Elleri titreyerek dostun mektubunu doyumsuz yudumladı. Yüreğinde bir duygu gözesi coştu. Oğlunun özlemiyle, ilk gençlik yıllarındaki dost anıların coşkusu sarmalayıverdi bütün benliğini. Oğlu burnunda tütüyordu. Birinci yaş günü fotoğraflarına bakarken sevgili dostun mektupları geçmişti eline. O mektuplar öylesine anlamlıydılar ki. Bir daha yaşanmak için uğrunda çok şeylerin seve seve verileceği anıların simgesiydiler.
Leyla, kömür gözlü bir kız dünyaya getirdi. İlk gün meme verdi ona. Annesinin karnındayken tepinen, yumruklayan bebecik bu kez de hırsla sömürdü annesinin sütünü, Adiloş bebeklerin yerine. Leyla’nın yüzü güldü, bir iyice aydınlandı. Bebeğin doğmadan önce karnını yumruklayan minik ellerini öptü. Doydu bebesi. Sıcacık yatırdı yatağına. Gözleri yürek yürek daldı gitti Leyla’nın. İç geçirdi. Yüreği yırtıldı sanki. Keşke tüm bebekler ilk günden doysalardı, sıcacık yatabilselerdi yataklarında. Minik elleri sevgiyle öpülseydi. Üç günlük Fatmalar paçavralar içinde annesinin kucağında dilenmeye çıkmasaydı. Şekerli su, süt, meyve suları, içebilselerdi onlar da. Töredir diye üç gün aç bırakılmasalardı. Bebeğini öptü, kokladı. İçine sokası geldi. “Büyü bebeğim, çabuk büyü. Sana da anlatayım Adiloş Bebeklerin, Fatoların, Abdoların öyküsünü.” diye fısıldadı bebeğinin kulağına.
Aliye, dün ulaşabildi yavrusuna. Yaşadığı kentin havasını birlikte soluyacaktı oğluyla. “Artık, özlem bitti, ayrılık bitti” diye geçirdi içinden. Adiloş bebeklerden birisinin annesi bakacaktı çocuğuna. Belki de özenle büyütemediği yavrusunun yerine, onun çocuğuna bakacak, her gün süt içirecek, yumurta, et yedirecekti.
2009 İzmir
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.