YAZAN: Ayşe Gülçin İLHAN
Vadideki kavak ağaçlarının kıpırdanmak için bahaneye baktığı ama o esintiyi bulamadığı bir yaz akşamındadır şehir. Mevsim ne olursa olsun ama ille de çay olsun diyenlere kocaman mavi porselen demlikte haysiyetli bir çay düzeneği mutluluk getirir. Sosyal birleştirici olduğu söylenen çay, içilmeye başlandığında Ankara biriktirdiği yağmuru indiriverir o dakika. Kasıp kavuran ağustos sıcağını anladık da bir şey vardı çözemediğimiz; günlerdir söylemek ister de söyleyemez sözünü bunalımlı hava ve içine attığı bir sırrı, dökmek istediği bir sürü gözyaşı vardır sanki. Oysa serde “Ankara” olmak var, efendi kalmak ve içinde taşıdığı sarıp sarmaladığı tonlarca kalabalığı var. On dakikalık yağmurla öfkesi dinecek kadar da yufka yürekli bir iklimin efendisi bizim şehir. Ona anlatmadan anlayan, görmeden seven lâzımdır en mertinden. Öyle ya havası sert, adamı mert derler bizim İlimize.
Şehir merkezinde yeşile ve ağaca fazla rastlanmaz, metropol olmanın gereğidir ille de doğasız olmak. Yolu Olgunlar sokağa düşmeli insanın ve kitap özlemeli ara sıra. İşte o sokakta bir dizi ağaç yükselir gökyüzüne. Vakitlerden akşamüstü olmalı hatta sokak lambalarının yandığı saatlere denk gelmeli Ankara’nın baş başa romantizmi. İşte tam da o akşam üstü başlamalıdır Olgunlar sokakta aşk.
Bu şehir bir kadında kişileşmiş uzun yıllar önce, bir sıfatı olmuş Ankara’nın. Meramını koca şehre nasıl anlatsın ki? Yakışıklı Ankara’m olursa belki bilen bilmeyene, duyan duymayana anlatır demiş. O saatten sonra şehir “Yakışıklı Ankara’m” olmuş. Eskiden beri Olgunlar sokaktan Tunalı Hilmi caddesine her yürüdüğünde, Bakanlıklar durağında genç bir kızken buluştuğu jilet gibi takım elbiseli, kır saçlı, yakışıklı babası olmuş Ankara. Elinde üçe katlanmış iki tane günlük gazete ve kızın en çok sevdiği bordo kravat beyaz gömlek ve lacivert takım elbise babanın üstünde. Her baba yakışıklı ve her kır saçlı adam iyi bir baba olmuş kızın gözünde o zamanlardan sonra. Hayatın daha sade ve biraz daha adil yaşandığı yıllarmış kırk yıl önce ülkede ve Ankara’da. Kaldırımlar arasındaki eşitsizlik birbirinden bu kadar farklı değilmiş. Dilencilerin bile Türkçe konuştuğu yıllar meğer ne çok özlenecekmiş. Şimdilerin Arapça’sı, şusu, busu ne kaostur Kızılay. Mutlu olduğu yılları özlediği için mi yazar yoksa yazdıkça hasret mi giderir kalem, o da ilginçtir. Üst düzey memur babaların bürokrasiyle savaşı o zaman da çetindi ama kız çocuğunun gördüğü sadece iki yakışıklı vardı: Ankara ve Babası.
Atatürk Bulvarı pek değişmedi. Değişen ve eksilen hep insandı. Sevdikleri giden yalnızlaşırmış işte o bu yüzden yalnızdı ve işin garip tarafı buna alışmıştı. Caddeler ve sokaklar herkesin sevdiğini bir köşesinde saklar, uğrayana hatırlatmak için. Kesip biriktirdiğimiz gazete kuponlarını teslim ettiğimiz o büfeler. Eve zar zor getirdiğimiz ansiklopediler. Mis gibi yeni kâğıt ve cilt kokusunu aldığımızda ayların kupon kesip biriktirme eziyetine de değmiş sonucuydu kitaplar. Öğrenci pasosunu gururla görevliye gösterip hakkımızla aldığımız indirimli toplu taşım biletlerinin ceplerde unutulup koçanıyla çamaşır makinesine atılıp bir güzel yıkandığı hüsranlı anılar. Annemiz kızar diye sağa sola bakamadığımız, mağaza vitrininde gözümüzün kalamadığı yıllar. Kız kısmının kaldırım saydığı, oğlanlarla konuşmanın ayıp sayıldığı el alem ne der yıllarıydı. Bunları unutmaz şehir.
Ankara, Cumhuriyet’in ilk kuruluş yıllarında üzerine aldığı Başkent sorumluluğunun bilincinde Devlet ricalini gururla bağrında taşımış. Geçmişte aklı selim bürokrasinin sağduyu sahibi Devlet adamlarını görmüş, Mülkiyeliler Birliği direnişin ve sesleri yükseltmenin yeri olurken, az ötedeki Yargıtay binasında gerekenlerin gereği doğruca düşünülmüştü. Yönetim ve memur kentidir Ankara, aslında her şey ne kadar da yerli yerindedir ve olması gerektiği gibidir o yıllarda.
Aşklar bile.
Olgunlar sokaktan Tunalı Hilmi’ye hiç el ele yürünmese de Tunus caddesinin ağaçlı yolunda birbirine hiç “seni seviyorum” denmese de ve ihtimalden öteye gidemese de kimi sevdalar yine de “yakışıklı Ankara’m”a mâl edilmelidir, aşk adına bulvarlarda yazılan tüm dizeler.
Kalem tüm sessizliği ile fısıldar:
Ankara’m!
Şu yağmurlu puslu iklimine
Gam yükünü almış haline
Bir de gurbeti kattığın derdine
Ne çok şiir yazılır...
Sende iken sensizliğe
Dilindeki sessizliğe
Alıp gittiğin bensizliğe
Ne çok şiir yazılır...
Ankara’m kederdeyken
Gümüş başı dumanlıyken
Tüm düşleri çıkmazdayken
Ne çok şiir yazılır...
Senden olsun tüm hesaplar
Adı konmamış tebdil sevdalar
Serde var ise kaygılar
Ne çok şiir yazılır...
Ankara
2019
Vadideki kavak ağaçlarının kıpırdanmak için bahaneye baktığı ama o esintiyi bulamadığı bir yaz akşamındadır şehir. Mevsim ne olursa olsun ama ille de çay olsun diyenlere kocaman mavi porselen demlikte haysiyetli bir çay düzeneği mutluluk getirir. Sosyal birleştirici olduğu söylenen çay, içilmeye başlandığında Ankara biriktirdiği yağmuru indiriverir o dakika. Kasıp kavuran ağustos sıcağını anladık da bir şey vardı çözemediğimiz; günlerdir söylemek ister de söyleyemez sözünü bunalımlı hava ve içine attığı bir sırrı, dökmek istediği bir sürü gözyaşı vardır sanki. Oysa serde “Ankara” olmak var, efendi kalmak ve içinde taşıdığı sarıp sarmaladığı tonlarca kalabalığı var. On dakikalık yağmurla öfkesi dinecek kadar da yufka yürekli bir iklimin efendisi bizim şehir. Ona anlatmadan anlayan, görmeden seven lâzımdır en mertinden. Öyle ya havası sert, adamı mert derler bizim İlimize.
Şehir merkezinde yeşile ve ağaca fazla rastlanmaz, metropol olmanın gereğidir ille de doğasız olmak. Yolu Olgunlar sokağa düşmeli insanın ve kitap özlemeli ara sıra. İşte o sokakta bir dizi ağaç yükselir gökyüzüne. Vakitlerden akşamüstü olmalı hatta sokak lambalarının yandığı saatlere denk gelmeli Ankara’nın baş başa romantizmi. İşte tam da o akşam üstü başlamalıdır Olgunlar sokakta aşk.
Bu şehir bir kadında kişileşmiş uzun yıllar önce, bir sıfatı olmuş Ankara’nın. Meramını koca şehre nasıl anlatsın ki? Yakışıklı Ankara’m olursa belki bilen bilmeyene, duyan duymayana anlatır demiş. O saatten sonra şehir “Yakışıklı Ankara’m” olmuş. Eskiden beri Olgunlar sokaktan Tunalı Hilmi caddesine her yürüdüğünde, Bakanlıklar durağında genç bir kızken buluştuğu jilet gibi takım elbiseli, kır saçlı, yakışıklı babası olmuş Ankara. Elinde üçe katlanmış iki tane günlük gazete ve kızın en çok sevdiği bordo kravat beyaz gömlek ve lacivert takım elbise babanın üstünde. Her baba yakışıklı ve her kır saçlı adam iyi bir baba olmuş kızın gözünde o zamanlardan sonra. Hayatın daha sade ve biraz daha adil yaşandığı yıllarmış kırk yıl önce ülkede ve Ankara’da. Kaldırımlar arasındaki eşitsizlik birbirinden bu kadar farklı değilmiş. Dilencilerin bile Türkçe konuştuğu yıllar meğer ne çok özlenecekmiş. Şimdilerin Arapça’sı, şusu, busu ne kaostur Kızılay. Mutlu olduğu yılları özlediği için mi yazar yoksa yazdıkça hasret mi giderir kalem, o da ilginçtir. Üst düzey memur babaların bürokrasiyle savaşı o zaman da çetindi ama kız çocuğunun gördüğü sadece iki yakışıklı vardı: Ankara ve Babası.
Atatürk Bulvarı pek değişmedi. Değişen ve eksilen hep insandı. Sevdikleri giden yalnızlaşırmış işte o bu yüzden yalnızdı ve işin garip tarafı buna alışmıştı. Caddeler ve sokaklar herkesin sevdiğini bir köşesinde saklar, uğrayana hatırlatmak için. Kesip biriktirdiğimiz gazete kuponlarını teslim ettiğimiz o büfeler. Eve zar zor getirdiğimiz ansiklopediler. Mis gibi yeni kâğıt ve cilt kokusunu aldığımızda ayların kupon kesip biriktirme eziyetine de değmiş sonucuydu kitaplar. Öğrenci pasosunu gururla görevliye gösterip hakkımızla aldığımız indirimli toplu taşım biletlerinin ceplerde unutulup koçanıyla çamaşır makinesine atılıp bir güzel yıkandığı hüsranlı anılar. Annemiz kızar diye sağa sola bakamadığımız, mağaza vitrininde gözümüzün kalamadığı yıllar. Kız kısmının kaldırım saydığı, oğlanlarla konuşmanın ayıp sayıldığı el alem ne der yıllarıydı. Bunları unutmaz şehir.
Ankara, Cumhuriyet’in ilk kuruluş yıllarında üzerine aldığı Başkent sorumluluğunun bilincinde Devlet ricalini gururla bağrında taşımış. Geçmişte aklı selim bürokrasinin sağduyu sahibi Devlet adamlarını görmüş, Mülkiyeliler Birliği direnişin ve sesleri yükseltmenin yeri olurken, az ötedeki Yargıtay binasında gerekenlerin gereği doğruca düşünülmüştü. Yönetim ve memur kentidir Ankara, aslında her şey ne kadar da yerli yerindedir ve olması gerektiği gibidir o yıllarda.
Aşklar bile.
Olgunlar sokaktan Tunalı Hilmi’ye hiç el ele yürünmese de Tunus caddesinin ağaçlı yolunda birbirine hiç “seni seviyorum” denmese de ve ihtimalden öteye gidemese de kimi sevdalar yine de “yakışıklı Ankara’m”a mâl edilmelidir, aşk adına bulvarlarda yazılan tüm dizeler.
Kalem tüm sessizliği ile fısıldar:
Ankara’m!
Şu yağmurlu puslu iklimine
Gam yükünü almış haline
Bir de gurbeti kattığın derdine
Ne çok şiir yazılır...
Sende iken sensizliğe
Dilindeki sessizliğe
Alıp gittiğin bensizliğe
Ne çok şiir yazılır...
Ankara’m kederdeyken
Gümüş başı dumanlıyken
Tüm düşleri çıkmazdayken
Ne çok şiir yazılır...
Senden olsun tüm hesaplar
Adı konmamış tebdil sevdalar
Serde var ise kaygılar
Ne çok şiir yazılır...
Ankara
2019
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.