SÖYLEŞİYİ YAPAN: Şule SEPİN İÇLİ
Şule: Sevgili izleyicilerimiz, “Arı Kovanı” köşemizin bu ayki konuğu, Ayşe Gülçin İlhan. Aslında onu dergimizdeki yazılarından, şiirlerinden çok yakından tanıyorsunuz. Bir de yazarlığı ile ilgili sohbet edelim istedik. Söyleşimize, kendisini kısaca tanıtmasıyla başlayalım isterseniz.
Ayşegül: Bizi dinleyenlere, takip edenlere, çok sevgiler ve selamlar sunuyorum, çok teşekkür ediyorum. Sanat tarihi eğitimi aldım. Edebiyat Fakültesi mezunuyum. Kültürel Miras ve Turizm okudum. Yaklaşık on yıldır çeşitli gazete ve dergilerde kültür sanat köşe yazıyorum. Yayımlanmış bir romanım, denemelerimi derlediğim bir öykü kitabım var. Son çıkardığım kitap da “Ankara’ya Mektuplar.” O da Ankara ile ilgili. Yapıları anlattığım, çoğunlukla Ankara’nın edebiyatını yaptığım bir kitap. Çalışmalarım devam ediyor. Şu anda Meclis Dergisi’nde kültür sanat köşesi yazıyorum. Hayatım çoğunlukla edebiyatla geçiyor.
Şule: Romanının adı neydi?
Ayşegül: Romanımın adı, “Marinka.” Bir kadın hikâyesi. Tek başına başlıyor kadın. Sonra romanda kadınlar çoğalıyor, tarihe mal olmuş birçok kadın var. Güzel bir şey oldu. Onu, gelecekte Yunanca’ya çevirtmek gibi bir hayalim, bir hedefim var. Onunla uğraşıyorum. Faruk Şahin hocamız tarafından, iki şiirim Türk Sanat Müziği formunda bestelenerek TRT repertuarına girdi. O da güzel bir şey oldu. Başarı grafiğim daha çok şiirle ortaya çıktı. 350’ye yakın şiirim var. Tembellik ediyorum bu yoğunlukta herhalde, onları bir türlü kitap haline getiremedim. Aslında ona eğilmem gerekiyor. Şiirler de çok önemli benim için.
Şule: Şiirlerini, daha çok yazılarını yayımlıyoruz. Bestelenen iki şiirinin isimleri ne acaba?
Ayşegül: ‘Kalbim Bir Çeyiz Sandığı Oldu, Kasım Rüyalarım’ ikisi de serbest yazılmıştı. Bunları şarkı olsun diye yazmamıştım. Facebook’ta bir edebiyat sayfam vardı, orada yayımlamıştım. Şiirler yayımlandıktan yaklaşık 1-1 buçuk yıl sonra hoca tesadüfen rastlıyor sayfada. Aynı filmlerdeki gibi. Mailime bir ses kaydı atıyor. Baktım şiirlerim bestelenmiş. Kültür Bakanlığında seslendirildi. O kadar güzel anılar oddu ki benim için. Çocukluğumdan beri sanata çok önem veririm. Benim için unutulmaz bir şey oldu. Bu da hayatımda bir bölüm.
Şule: Genellikle yazarlara, sanatçılara klasik sorulan bir soru vardır ya, “Yazmaya nasıl, kaç yaşında başladı, küçükken kitap okumaya meraklı mıydı?” diye. Ben de şimdi bunları sorayım.
Ayşegül: Çok klasik olacak ama hep derler ya, “Çocukken, çok küçük yaşlarda başladı.” diye. Bizim dönemimizde ilkokul beş, ortaokul 3 yıldı. Ortaokula 12 yaşında başlardık. Şimdikiler gibi gelişkin değildik, küçücük, serçe kadar, minnacık çocuklardık. Boyum küçücüktü, en öne oturttular beni. Okulun ilk haftasıydı. Sınıfa çok hoş bir kadın öğretmen girdi. “Ben sizin Türkçe öğretmeninizim çocuklar” dedi. Tebeşiri eline aldı, tahtaya Atatürk’ün bir sözünü yazdı. ‘Başarının başlangıcında, yılmamak ve umudunu yitirmemek vardır. Mustafa Kemal Atatürk.’ Bununla ilgili bir kompozisyon yazmamızı istedi. Ödevimiz buydu ve yarına bekliyordu. Biz hiç ir şey bilmiyoruz. Kompozisyon için, “Giriş, gelişme sonuç” dedi. Eve gittim, defterime minnacık bir şey yazıp götürdüm. Öğretmenin masasına defterlerimizi bıraktık, o da tek tek okudu. Adımı söyledi. Kötü bir şey yaptığımı sandım. Çok korktum, titremeye başladım. Tahtaya çıkarken dizlerimin bağı çözüldü. “Çocuğum sen yazmayı hiç bırakma. Ne kadar hoş yazmışsın. Al bunu sesli oku.” dedi. İçime o kurt düştü ve o günden sonra yazmayı hiç bırakmadım. Hayatın getirdikleriyle yazmaya devam edemedim. Erken yaşta yapılmış bir evlilik, çocuklarımın olması. Çok daha büyük ve farklı yüklerin altına girdim. Yazı bir kenarda kaldı, günlük tuttum, çocuklardan vakit bulduğumca. Okumaya hep devam ettim. Kendimi geliştirmeye çalıştım. Evde kapalı kalsam da mutlaka dünyayla ilişki kurmanın bir yolunu buldum. Son on yılda aktif olarak okurlarım olmaya başladı. Sizleri, okurları kazandım. O kadar müthiş ve güzel bir şey ki bu.
Şule: Olumsuz yaşanmışlıklardan öykülerin oluştuğunu söylersin. Bu konuyu paylaşabilir misin izleyicilerimizle.
Ayşegül: sanat tarihi eğitimi aldığım için biz ta insanlığın mağaradaki ilk çizdiği çizgiyle başlıyoruz, sanatı oradan anlatmaya, tanımlamaya ve anlamlandırmaya. Sıkıntı olmadan sanat ortaya çıkmıyor. Müthiş rahatlıkların içinden bir şey yaratamıyorsunuz. Mutlaka meşakkatler seçilecek, onlar tecrübe olacak. Dimağınızın bir tarafında duracak. Yeri geldiği zaman ortaya çıkacak ki sanat olacak. Yaşanmışlıklar, hayal edip de yaşanamayanlar insanı daha çok vuruyor belki. Yılın belli dönemlerinde insanlar benim gibi tatile gider. Deniz kenarı çok hoş ortamlar. Orada tek kelime yazamam. Hiçbir şey gelmez, hiç esinlenemem. Ama Ankara’da yağmurlu bir gündür. Caddelerde dolaşıyorum. Ellerim ceplerimde, Kızılay’dan Tunalı’ya yürüyorum. Hava kapalı, yağmur çiseliyor. O an bir sürü şey yazmak geliyor içimden. Nitekim böyle çıktı Ankara’ya dair birçok yazım. Hiç unutmuyorum, bundan 4 yıl önce ‘Anayurt’ gazetesinde yazıyordum. O zaman yazılar vasıtasıyla tanıştığım, çok sevdiğim bir okurum vardı. Cemil ipekçi hoca ile çalışmış Olgunlaşmadan emekli bir giyim kuşam hocası. Bir gece beni aradı. Yazımı okumuş, çok da ağlamış, çok etkilenmiş. “Ben senin mutlu olmanı, hayatında çok iyi şeylerin olmasını, hayatına iyi birinin girmesini çok istiyorum. Ama bir yandan da bunlar olursa, Ayşegül yazmayı bırakır, biz ne yapacağız? Çok
korkuyorum. Çok mu egoist olur bilmiyorum.” dedi. Onu da hiç unutmuyorum. Hakikaten çok rahat ve güzel dönemlerden çok bir sanat beklenmiyor.
Şule: Ya yaşamak ya da gözlem yapmak lazım demek ki. Yazma konusunda eğitim vermeyi hiç düşündün mü?
Ayşegül: Düşündüm. Belediyelerde bir yazı atölyesi kurmak, gönüllülük esasına dayanan çalışmalar yapmakla ilgili içerik ürettiğim, proje haline getirdiğim dosyalarım hala duruyor. Özellikle kadınlarla bir yazma macerası yaşamayı çok istedim. Çok rahat içinde olan kadınlarla değil de Kadın Sığınma Evlerindeki kadınlarla çalışmayı çok arzu ediyorum. Okuma imkânı bulamamış, evlerde kapalı kalan çok kadın var. Bunu kendi hayatımdan da biliyorum. Tırmana tırmana bir yerlere gelmeye çalışan, yetenekleri gizlide kalmış, keşfedilmemiş, yaşadıklarını bir yere not almış da bir zorba tarafından belki yakılmış, yırtılmış, atılmış bir ton kadın ve hikayeler var. Onlarla çalışmayı çok istedim. Belediyeler, yandaş ve siyasi mekanizmalar, diğer tüm kurumlarda olduğu gibi. O fırsatı bulamadım ama eminim ki elbet bir kapı açılacak bir yerden, bu fırsatı yakalayarak belirli bir zaman ayırıp yapacağım. Kadınların çoğunlukta olduğu bir dernekte çalışmak istiyorum. Sadece kadınlarla sınırlamak istemiyorum, yazmak isteyen erkek de vardır tabii. Canı yanan çok kadın var özetle. Onlarla bir masa etrafında elbet bir gün buluşacağız. Hiç değilse bir on kişi. Yazacağız, deneyimleyeceğiz, güzel şeyler yaşayacağız diye düşünüyorum.
Şule: ne kadar yaratıcı, çok da alçakgönüllü bir hayal bence. Altı Nokta Körler Derneğinde, Kadın Meclisimiz, dergi ekibimizin çevresinde zor koşullarda yaşamış insanlar var. Onları bir araya getirebiliriz ama genellikle insanlara yazı eğitimi vereceğimizi söyleyince, “Yeteneğim yok, yapamam” gibi sözlerle kaçıyorlar. Belki bunun adını farklı koymak lazım.
Ayşegül: Amacım; orada yazar yetiştirmek değil. Yazmaya başlamam, yazma hevesim, yazar olmak değil zaten. Hiç kimse tamamen bir şey olamaz. Bu öyle bir durum. Duygularımızı, ne varsa masaya dökelim. Yazmak öyle bir şey ki “Hiç yazamam” diyen insan tek bir sözcükle, tek bir cümleyle başlayabilir. Bu konuda özgüvensiz olmaya hiç gerek yok. Bu bir cesaret işi. Bir kıvılcıma bakar. O kıvılcım büyür, ateş olur. Öyle bir yangın alevi olur ki bir sürü insan sizi tanır, bir sürü insan sizin hayallerinize, yaşanmışlıklarınıza, hikayelerinize, duygularınıza ortak olur. O yüzden bu, katı bir yazı eğitimi değil. Editörlüğümde yine ben yardımcı olacağım. Bir sponsor bulup isteyen ismini yazsın, isteyen yazmasın, ‘Benim Hikayem Gizli Kalsın’ diyerek ya bir kitap ya bir dergi ya bir antoloji, öyle bir şey oluşturalım istemiştim.
Şule: Çok heyecanlandım. ‘İç dökme Atölyesi’ diyebiliriz. Kadınlarla çalışırken, tutanak nasıl yazılır, dernekte divan başkanlığı nasıl yapılır? Bunları deneyimliyorduk. Bilmedikleri için çok işe yarıyordu. Kadınlarda, yapamam, erkekler daha iyi yapar duygusu var. Bunu kafama aldım ve hayata geçirelim.
Ayşegül: Çarpıcı ve güzel bir başlık buluruz. Duyulur, büyür. Derdini anlatamayan çok kadın var. Diyelim ki bir günü çok güzel geçti. Çıktı gezdi, parka gitti. Oradan ne çıkardı? İnsanlara ‘Ağaca bak” dersin, ağacı görür. Ama yazar, sanat tarihi ve sanat, onlarla ilgili hayal üretir. O ağacın nereye kadar gidebileceğini, belki kalem olup elimize geleceğini görürüz. Çekmece olur, kağıtlarımızı içine koyarız. Beşik olur, beşikten yola çıkarak milyonlarca şey üretiriz. Bunun sonu, sınırı yok. Birlikte yapıldığında çok güzel şeyler olur. Bunu bir gün mutlaka yapacağım.
Şule: İnsanlar ya çok iyi konuşup yazamıyorlar ya da iyi yazıp konuşamıyorlar. Sende bunların ikisi de var. Yazarlık eğitimi aldın mı?
Ayşegül: Eksiklerimiz mutlaka vardır. Yazı eğitimi almadım. Yaratıcı Yazarlık başlıklı oldukça astronomik fiyatlı bir sürü kurs var. İki ayda yazar yaptıklarını düşünüyorlar insanları. Hiç unutmuyorum, bundan 7-8 yıl önce, ‘Zafer’ Gazetesinde yazmaya başlamıştım. Bir kız bana çok özenmiş ve yaratıcı yazarlık kursuna gitmek istediğini söylemişti. Orada iki ay eğitim aldı. Yazdıklarını seslendirmişler ve ödül vereceklermiş. Hemen bana göndermek istedi. Öykü aynen şöyle başlıyordu: Kapı gıcırdadı ve kapının arkasından sessizce bir kadın çıktı. Adam o kadar korktu ki “Oha, dur be çüş” dedi. Böyle bir yazı şeklini, böyle bir giriş ve argoyu, hayatımda ne böyle bir şey yazdım ne de okudum. Tolstoy, yaratıcı yazma kursuna gitmedi. Yahya Kemal şiirleri için kursa katılmadı. Orhan Veli, üniversiteyi bile bitirmedi. Cemal Süreya gibi binlerce tarihe mal olmuş örnekler verebiliriz. Şu an yaratıcı yazarlık kurslarından geçen, adını hiç duymadığımız, yazar bile demeyeceğimiz tonlarca insan var. 25-30 bin arasında kurs ücretleri değişiyor. Bu parayı veren çoğu insan yazar oldum diye geziyor. Cebinde 15 bin TL para var. Veriyor bir yayın evine, “Ben yazar oldum, ben tamam, oldum artık” diyor. Ama sosyal medyada bir paylaşım yapıyor, imla diye bir şey yok. Bir yazar, her yerde yazabilir, konuşabilir. “Edebiyatla ilgili buyurun konuşalım” desek, kimseden çıt yok. Bunlara vaka diyorum ve çok rastlıyorum. Bu benim çok yaralı bir tarafımdır. Bu işin eğitimi yok. Bağlaçların nasıl yazıldığı, noktalar, virgüller gibi imla kurallarını içeren editörlüğün eğitimi olur. Bir yazıda ne kadar olumlu şeyden bahsedersen, okur ona o kadar çok tutunur. Olumsuzluklardan bahsedersem, içine duygu katarım. Bunun gibi ufak tefek noktalar vardır.
Şule: İnsanların birikimleri varsa, o eğitimlerden yararlanabilirler. Buna itirazımız yok ama bu işlerin, merak, araştırma, yetenek gerektirdiğine inanıyorum. “Yeteneğim yok” diyene de “Nereden biliyorsun?” deyip bir bakacaksın. Dergimizde hiç yazmayanlar yazmaya başladılar. Giderek daha iyi yazdılar. Çünkü yayın kurulu toplantısında konuşuyoruz. Birinin fark edemediği bir noktayı, başkası fark edebiliyor. Yazarlık dışında sürekli bir yoğunluğun var. Evdeyken yazıyorsun, genelde dışarıda faaliyetler yapıyorsun. Bunlardan da söz edebilir misin?
Ayşegül: Kendimi çok faal hissetmiyorum. Toplumsal olaylara çok duyarlıyım. Dışarıda birikiyor olaylar. İnsan gözetlemeyi değil de gözlemlemeyi seviyorum. Hepimiz artık bir sosyoloji peşinde olabiliriz diye düşünüyorum. İnsanları, caddeleri hissediyorum. Ankara’yı toplayan, yazan biri olarak 15 günde bir Ankara Kalesine çıkıyorum. Orada defalarca gezdiğim eskicileri, antikacıları tekrar geziyorum. Her seferinde yeni bir şeyler yakalıyorum. Ankara’da çok önemli yapılar, camiler var. Selçuklu eseri, Arslanhane Camii mihrabı var kalede. Oranın mozaik bir panosu var. Maneviyatı çok yüksek bir eser. Geçen yıl Unesco Kültürel Mirasına girdi. Ulucanlar’da Mimar Sinan eseri var. Cenabi Ahmet cami, çok önemli bir yapıdır. Çoğu Ankaralı bilmez. Ulusal mimarlık yapıları var. Bu yapıları geziyorum ve çoğunu da yazdım. Ankara Palas’ta yazdıklarım var. Epey yayımlandı ve çok okundu. Aslında kendimle, özellikle dışarıda kalmayı çok seviyorum. Çünkü ben sokakları, caddeleri dinliyorum. Bir Şule’nin iç gözüyle de görmek istiyorum her yeri. Onun duyusuyla duymak, o nasıl dokunuyorsa, onu da bilmek istiyorum. Onun da hikayesi, hissi ayrı diye düşünüyorum. Konu yine edebiyat oldu.
Şule: Başka yerlere konular evrilse de edebiyatçı olunca konu hep edebiyat olur. Hangi tür kitapları okumaktan hoşlanıyorsun?
Ayşegül: Son dönem vakit bulup da çok kitap okuyamıyorum. Son 5-6 aydır bir araştırma içindeyim. Mesleki kitapları okumayı çok sevdim. En son, Lilith’in öyküsünü yazdım. Henüz hiçbir yerde yayımlanmadı. Size gönderdim.
Şule: Bir sonraki sayımızda yayımlayacağız.
Ayşegül: Mor rengin öyküsünü araştırıp yazmıştım. Araştırma yazılarını seviyorum. Onlar için hep okumak gerekiyor. Son zamanlarda Hitit tarihine merak sardım. Anadolu coğrafyasındaki gelmiş geçmiş medeniyetleri okumayı çok seviyorum. Helen, Yunan, Hitit ve Mezopotamya… Hitit ve Mezopotamya’yı mutlaka ve mutlaka okumalı. Bir yetki sahibi olsam özellikle lise ve ortaokul müfredatlarına koyarım. Bunları bilirsek, aslında Türkiye’de, Anadolu’da hiç kimsenin birbirleriyle hiçbir şeyi paylaşamamazlığı kalmayacak. Etnik yapı, ırki üzerinden yapılan siyasetler, dinler, mezhepler, eşitsizlik ve ayrımcılık sona erecek diye düşünüyorum. Bunu defalarca söylüyorum ve altını çiziyorum. Birçok kaynaktan tarih okumak ve mesleğimle ilgili okumak çok hoşuma gidiyor. Sanat tarihini çok severek okudum. Bunları tekrar tekrar okuyorum.
Şule: Okuduğunu anlayıp yazıya dökmek de başka bir aktarım. Bir de okul kitaplarına konduğunda, onların iyi bir biçimde anlatılması, öğretilmesi gerekiyor. Bunlar da önemli. Pek çok yazarın sosyal medyada, blok sayfalarında yazıları çok okunuyor. Biz eski gelenekten
gidiyoruz belki pek çok yazıyı toplayıp yayımlıyoruz dergide. Bu sayımız 24 bölümden oluşuyor. Bir ayda bayağı üretmişiz ama okuyucu sayımız istediğimiz gibi olmuyor. Okumayı seven bir toplum değiliz. Gönüllülük esasıyla çalışıyoruz, çok emek veriyoruz. Okuyucularımızın artmamasına üzülüyoruz. Bu konuda önerilerin varsa onu da alalım istersen.
Ayşegül: Aynı durumdan ben de muzdaripim aslında. Benim de blok sayfam var. Belli başlı, alışan insanlar var, onlar okuyor. Ondan bir tık öteye götüremiyorum. Kitap satışları mesela. Türkiye’deki okuma oranlarını söylüyorduk ya, artık onun yüzdesi bile yok belki. Durum o kadar berbat, o kadar haşat ki hele bu akıllı telefonlar çıkıp da artık şu sosyal medya sayfaları; Instagram, Facebook, Tiktok olalı okuma oranı iyice düştü. İnsanlar bir şeyi eline alıp açıp da okumuyor. Halbuki derginizde de blok sayfamda da bir metnin okuma süresi var orada. En fazla 5 dakikadır. İnsanların bu kadarına bile tahammülü yok.
Şule: Short video yapmamızı istiyorlar.
Ayşegül: Benden Tiktok açmamı istiyorlar. En çok sinir olduğum bu tür kanallar. Bir ara açtım, 15 gün tahammül ettim, kapattım. Anlaşıldığı zaman, ileride okunur, torunlara kalır. Şu an okuyan tek tük insan var, onlar da bana yeter. Olabildiğince tanıtmak lazım. Bu da insan çokluğuyla, dikkat çekici projelerle olur. Tek başına hiçbir şey olmuyor. Ben bu konuda tek başımayım. Mücadelemi de hep böyle verdim. Bu bana zor gelmiyor. Ne yapabiliriz ki bu ülke böyle bir ülke. Toplumsal olaylar, kadını öne çıkaran projelerle ortaya çıkar, bir dayanışma içerisinde olursak, eminim, derginiz de okunur, beni de dinleyenler olur. Yazı atölyesi projesinde, masamızda kim varsa, bütün kadınlar ilgi ve dikkati çekmiş olurlar. Dayanışmayla olacak, zaman alacak ama olacak.
Şule: KİHEP, (Kadının İnsan Hakları Eğitim Programı) gruplarımda, engelli-engelsiz kadınların acı dolu hikayelerini biliyorum. Onları bir araya getirerek çalışmalar yapılabilir. Çünkü yetenekleri var, ortaya çıkarmıyorlar. Mesela, hayalinde havaya resim yapan bir kadın var. Bu ne kadar önemli. Dergimize iletmek istediğin başka mesajların varsa, onları da alalım. Laf lafı açtı ve çok güzel sohbet ettik.
Ayşegül: Zaman ayırıp beni dinlediğiniz ve bu güzel söyleşiyi benimle paylaştığınız için çok teşekkür ediyorum. Sanattan uzak kalmayın. Bu kadar karmaşık, kaos içindeki bir dünyanın, çıkmazda olan bir ülkede tek kurtarıcının sanat olduğuna inanıyorum. Sanatsız kalmayın. Sanat hayatın PH değerini dengeler. Sanatlı günlerde kalın, hoşça kalın.
Şule: Sevgili Umudun Kadınları izleyicilerimiz, bu kadar farklı ve renkli bir sohbet olacağını hiç düşünmemiştim. Ben de çok şey öğrendim. Umarım sizin için de çok yararlı, bayağı geniş açı kazandıran bir söyleşi olmuştur. Başka bir söyleşide buluşmak üzere, umutla kalın. Ayşe Gülçin İlhan’ın yazılarını dergimizden takip etmeye devam edelim.
1 Mayıs 2025
Şule: Sevgili izleyicilerimiz, “Arı Kovanı” köşemizin bu ayki konuğu, Ayşe Gülçin İlhan. Aslında onu dergimizdeki yazılarından, şiirlerinden çok yakından tanıyorsunuz. Bir de yazarlığı ile ilgili sohbet edelim istedik. Söyleşimize, kendisini kısaca tanıtmasıyla başlayalım isterseniz.
Ayşegül: Bizi dinleyenlere, takip edenlere, çok sevgiler ve selamlar sunuyorum, çok teşekkür ediyorum. Sanat tarihi eğitimi aldım. Edebiyat Fakültesi mezunuyum. Kültürel Miras ve Turizm okudum. Yaklaşık on yıldır çeşitli gazete ve dergilerde kültür sanat köşe yazıyorum. Yayımlanmış bir romanım, denemelerimi derlediğim bir öykü kitabım var. Son çıkardığım kitap da “Ankara’ya Mektuplar.” O da Ankara ile ilgili. Yapıları anlattığım, çoğunlukla Ankara’nın edebiyatını yaptığım bir kitap. Çalışmalarım devam ediyor. Şu anda Meclis Dergisi’nde kültür sanat köşesi yazıyorum. Hayatım çoğunlukla edebiyatla geçiyor.
Şule: Romanının adı neydi?
Ayşegül: Romanımın adı, “Marinka.” Bir kadın hikâyesi. Tek başına başlıyor kadın. Sonra romanda kadınlar çoğalıyor, tarihe mal olmuş birçok kadın var. Güzel bir şey oldu. Onu, gelecekte Yunanca’ya çevirtmek gibi bir hayalim, bir hedefim var. Onunla uğraşıyorum. Faruk Şahin hocamız tarafından, iki şiirim Türk Sanat Müziği formunda bestelenerek TRT repertuarına girdi. O da güzel bir şey oldu. Başarı grafiğim daha çok şiirle ortaya çıktı. 350’ye yakın şiirim var. Tembellik ediyorum bu yoğunlukta herhalde, onları bir türlü kitap haline getiremedim. Aslında ona eğilmem gerekiyor. Şiirler de çok önemli benim için.
Şule: Şiirlerini, daha çok yazılarını yayımlıyoruz. Bestelenen iki şiirinin isimleri ne acaba?
Ayşegül: ‘Kalbim Bir Çeyiz Sandığı Oldu, Kasım Rüyalarım’ ikisi de serbest yazılmıştı. Bunları şarkı olsun diye yazmamıştım. Facebook’ta bir edebiyat sayfam vardı, orada yayımlamıştım. Şiirler yayımlandıktan yaklaşık 1-1 buçuk yıl sonra hoca tesadüfen rastlıyor sayfada. Aynı filmlerdeki gibi. Mailime bir ses kaydı atıyor. Baktım şiirlerim bestelenmiş. Kültür Bakanlığında seslendirildi. O kadar güzel anılar oddu ki benim için. Çocukluğumdan beri sanata çok önem veririm. Benim için unutulmaz bir şey oldu. Bu da hayatımda bir bölüm.
Şule: Genellikle yazarlara, sanatçılara klasik sorulan bir soru vardır ya, “Yazmaya nasıl, kaç yaşında başladı, küçükken kitap okumaya meraklı mıydı?” diye. Ben de şimdi bunları sorayım.
Ayşegül: Çok klasik olacak ama hep derler ya, “Çocukken, çok küçük yaşlarda başladı.” diye. Bizim dönemimizde ilkokul beş, ortaokul 3 yıldı. Ortaokula 12 yaşında başlardık. Şimdikiler gibi gelişkin değildik, küçücük, serçe kadar, minnacık çocuklardık. Boyum küçücüktü, en öne oturttular beni. Okulun ilk haftasıydı. Sınıfa çok hoş bir kadın öğretmen girdi. “Ben sizin Türkçe öğretmeninizim çocuklar” dedi. Tebeşiri eline aldı, tahtaya Atatürk’ün bir sözünü yazdı. ‘Başarının başlangıcında, yılmamak ve umudunu yitirmemek vardır. Mustafa Kemal Atatürk.’ Bununla ilgili bir kompozisyon yazmamızı istedi. Ödevimiz buydu ve yarına bekliyordu. Biz hiç ir şey bilmiyoruz. Kompozisyon için, “Giriş, gelişme sonuç” dedi. Eve gittim, defterime minnacık bir şey yazıp götürdüm. Öğretmenin masasına defterlerimizi bıraktık, o da tek tek okudu. Adımı söyledi. Kötü bir şey yaptığımı sandım. Çok korktum, titremeye başladım. Tahtaya çıkarken dizlerimin bağı çözüldü. “Çocuğum sen yazmayı hiç bırakma. Ne kadar hoş yazmışsın. Al bunu sesli oku.” dedi. İçime o kurt düştü ve o günden sonra yazmayı hiç bırakmadım. Hayatın getirdikleriyle yazmaya devam edemedim. Erken yaşta yapılmış bir evlilik, çocuklarımın olması. Çok daha büyük ve farklı yüklerin altına girdim. Yazı bir kenarda kaldı, günlük tuttum, çocuklardan vakit bulduğumca. Okumaya hep devam ettim. Kendimi geliştirmeye çalıştım. Evde kapalı kalsam da mutlaka dünyayla ilişki kurmanın bir yolunu buldum. Son on yılda aktif olarak okurlarım olmaya başladı. Sizleri, okurları kazandım. O kadar müthiş ve güzel bir şey ki bu.
Şule: Olumsuz yaşanmışlıklardan öykülerin oluştuğunu söylersin. Bu konuyu paylaşabilir misin izleyicilerimizle.
Ayşegül: sanat tarihi eğitimi aldığım için biz ta insanlığın mağaradaki ilk çizdiği çizgiyle başlıyoruz, sanatı oradan anlatmaya, tanımlamaya ve anlamlandırmaya. Sıkıntı olmadan sanat ortaya çıkmıyor. Müthiş rahatlıkların içinden bir şey yaratamıyorsunuz. Mutlaka meşakkatler seçilecek, onlar tecrübe olacak. Dimağınızın bir tarafında duracak. Yeri geldiği zaman ortaya çıkacak ki sanat olacak. Yaşanmışlıklar, hayal edip de yaşanamayanlar insanı daha çok vuruyor belki. Yılın belli dönemlerinde insanlar benim gibi tatile gider. Deniz kenarı çok hoş ortamlar. Orada tek kelime yazamam. Hiçbir şey gelmez, hiç esinlenemem. Ama Ankara’da yağmurlu bir gündür. Caddelerde dolaşıyorum. Ellerim ceplerimde, Kızılay’dan Tunalı’ya yürüyorum. Hava kapalı, yağmur çiseliyor. O an bir sürü şey yazmak geliyor içimden. Nitekim böyle çıktı Ankara’ya dair birçok yazım. Hiç unutmuyorum, bundan 4 yıl önce ‘Anayurt’ gazetesinde yazıyordum. O zaman yazılar vasıtasıyla tanıştığım, çok sevdiğim bir okurum vardı. Cemil ipekçi hoca ile çalışmış Olgunlaşmadan emekli bir giyim kuşam hocası. Bir gece beni aradı. Yazımı okumuş, çok da ağlamış, çok etkilenmiş. “Ben senin mutlu olmanı, hayatında çok iyi şeylerin olmasını, hayatına iyi birinin girmesini çok istiyorum. Ama bir yandan da bunlar olursa, Ayşegül yazmayı bırakır, biz ne yapacağız? Çok
korkuyorum. Çok mu egoist olur bilmiyorum.” dedi. Onu da hiç unutmuyorum. Hakikaten çok rahat ve güzel dönemlerden çok bir sanat beklenmiyor.
Şule: Ya yaşamak ya da gözlem yapmak lazım demek ki. Yazma konusunda eğitim vermeyi hiç düşündün mü?
Ayşegül: Düşündüm. Belediyelerde bir yazı atölyesi kurmak, gönüllülük esasına dayanan çalışmalar yapmakla ilgili içerik ürettiğim, proje haline getirdiğim dosyalarım hala duruyor. Özellikle kadınlarla bir yazma macerası yaşamayı çok istedim. Çok rahat içinde olan kadınlarla değil de Kadın Sığınma Evlerindeki kadınlarla çalışmayı çok arzu ediyorum. Okuma imkânı bulamamış, evlerde kapalı kalan çok kadın var. Bunu kendi hayatımdan da biliyorum. Tırmana tırmana bir yerlere gelmeye çalışan, yetenekleri gizlide kalmış, keşfedilmemiş, yaşadıklarını bir yere not almış da bir zorba tarafından belki yakılmış, yırtılmış, atılmış bir ton kadın ve hikayeler var. Onlarla çalışmayı çok istedim. Belediyeler, yandaş ve siyasi mekanizmalar, diğer tüm kurumlarda olduğu gibi. O fırsatı bulamadım ama eminim ki elbet bir kapı açılacak bir yerden, bu fırsatı yakalayarak belirli bir zaman ayırıp yapacağım. Kadınların çoğunlukta olduğu bir dernekte çalışmak istiyorum. Sadece kadınlarla sınırlamak istemiyorum, yazmak isteyen erkek de vardır tabii. Canı yanan çok kadın var özetle. Onlarla bir masa etrafında elbet bir gün buluşacağız. Hiç değilse bir on kişi. Yazacağız, deneyimleyeceğiz, güzel şeyler yaşayacağız diye düşünüyorum.
Şule: ne kadar yaratıcı, çok da alçakgönüllü bir hayal bence. Altı Nokta Körler Derneğinde, Kadın Meclisimiz, dergi ekibimizin çevresinde zor koşullarda yaşamış insanlar var. Onları bir araya getirebiliriz ama genellikle insanlara yazı eğitimi vereceğimizi söyleyince, “Yeteneğim yok, yapamam” gibi sözlerle kaçıyorlar. Belki bunun adını farklı koymak lazım.
Ayşegül: Amacım; orada yazar yetiştirmek değil. Yazmaya başlamam, yazma hevesim, yazar olmak değil zaten. Hiç kimse tamamen bir şey olamaz. Bu öyle bir durum. Duygularımızı, ne varsa masaya dökelim. Yazmak öyle bir şey ki “Hiç yazamam” diyen insan tek bir sözcükle, tek bir cümleyle başlayabilir. Bu konuda özgüvensiz olmaya hiç gerek yok. Bu bir cesaret işi. Bir kıvılcıma bakar. O kıvılcım büyür, ateş olur. Öyle bir yangın alevi olur ki bir sürü insan sizi tanır, bir sürü insan sizin hayallerinize, yaşanmışlıklarınıza, hikayelerinize, duygularınıza ortak olur. O yüzden bu, katı bir yazı eğitimi değil. Editörlüğümde yine ben yardımcı olacağım. Bir sponsor bulup isteyen ismini yazsın, isteyen yazmasın, ‘Benim Hikayem Gizli Kalsın’ diyerek ya bir kitap ya bir dergi ya bir antoloji, öyle bir şey oluşturalım istemiştim.
Şule: Çok heyecanlandım. ‘İç dökme Atölyesi’ diyebiliriz. Kadınlarla çalışırken, tutanak nasıl yazılır, dernekte divan başkanlığı nasıl yapılır? Bunları deneyimliyorduk. Bilmedikleri için çok işe yarıyordu. Kadınlarda, yapamam, erkekler daha iyi yapar duygusu var. Bunu kafama aldım ve hayata geçirelim.
Ayşegül: Çarpıcı ve güzel bir başlık buluruz. Duyulur, büyür. Derdini anlatamayan çok kadın var. Diyelim ki bir günü çok güzel geçti. Çıktı gezdi, parka gitti. Oradan ne çıkardı? İnsanlara ‘Ağaca bak” dersin, ağacı görür. Ama yazar, sanat tarihi ve sanat, onlarla ilgili hayal üretir. O ağacın nereye kadar gidebileceğini, belki kalem olup elimize geleceğini görürüz. Çekmece olur, kağıtlarımızı içine koyarız. Beşik olur, beşikten yola çıkarak milyonlarca şey üretiriz. Bunun sonu, sınırı yok. Birlikte yapıldığında çok güzel şeyler olur. Bunu bir gün mutlaka yapacağım.
Şule: İnsanlar ya çok iyi konuşup yazamıyorlar ya da iyi yazıp konuşamıyorlar. Sende bunların ikisi de var. Yazarlık eğitimi aldın mı?
Ayşegül: Eksiklerimiz mutlaka vardır. Yazı eğitimi almadım. Yaratıcı Yazarlık başlıklı oldukça astronomik fiyatlı bir sürü kurs var. İki ayda yazar yaptıklarını düşünüyorlar insanları. Hiç unutmuyorum, bundan 7-8 yıl önce, ‘Zafer’ Gazetesinde yazmaya başlamıştım. Bir kız bana çok özenmiş ve yaratıcı yazarlık kursuna gitmek istediğini söylemişti. Orada iki ay eğitim aldı. Yazdıklarını seslendirmişler ve ödül vereceklermiş. Hemen bana göndermek istedi. Öykü aynen şöyle başlıyordu: Kapı gıcırdadı ve kapının arkasından sessizce bir kadın çıktı. Adam o kadar korktu ki “Oha, dur be çüş” dedi. Böyle bir yazı şeklini, böyle bir giriş ve argoyu, hayatımda ne böyle bir şey yazdım ne de okudum. Tolstoy, yaratıcı yazma kursuna gitmedi. Yahya Kemal şiirleri için kursa katılmadı. Orhan Veli, üniversiteyi bile bitirmedi. Cemal Süreya gibi binlerce tarihe mal olmuş örnekler verebiliriz. Şu an yaratıcı yazarlık kurslarından geçen, adını hiç duymadığımız, yazar bile demeyeceğimiz tonlarca insan var. 25-30 bin arasında kurs ücretleri değişiyor. Bu parayı veren çoğu insan yazar oldum diye geziyor. Cebinde 15 bin TL para var. Veriyor bir yayın evine, “Ben yazar oldum, ben tamam, oldum artık” diyor. Ama sosyal medyada bir paylaşım yapıyor, imla diye bir şey yok. Bir yazar, her yerde yazabilir, konuşabilir. “Edebiyatla ilgili buyurun konuşalım” desek, kimseden çıt yok. Bunlara vaka diyorum ve çok rastlıyorum. Bu benim çok yaralı bir tarafımdır. Bu işin eğitimi yok. Bağlaçların nasıl yazıldığı, noktalar, virgüller gibi imla kurallarını içeren editörlüğün eğitimi olur. Bir yazıda ne kadar olumlu şeyden bahsedersen, okur ona o kadar çok tutunur. Olumsuzluklardan bahsedersem, içine duygu katarım. Bunun gibi ufak tefek noktalar vardır.
Şule: İnsanların birikimleri varsa, o eğitimlerden yararlanabilirler. Buna itirazımız yok ama bu işlerin, merak, araştırma, yetenek gerektirdiğine inanıyorum. “Yeteneğim yok” diyene de “Nereden biliyorsun?” deyip bir bakacaksın. Dergimizde hiç yazmayanlar yazmaya başladılar. Giderek daha iyi yazdılar. Çünkü yayın kurulu toplantısında konuşuyoruz. Birinin fark edemediği bir noktayı, başkası fark edebiliyor. Yazarlık dışında sürekli bir yoğunluğun var. Evdeyken yazıyorsun, genelde dışarıda faaliyetler yapıyorsun. Bunlardan da söz edebilir misin?
Ayşegül: Kendimi çok faal hissetmiyorum. Toplumsal olaylara çok duyarlıyım. Dışarıda birikiyor olaylar. İnsan gözetlemeyi değil de gözlemlemeyi seviyorum. Hepimiz artık bir sosyoloji peşinde olabiliriz diye düşünüyorum. İnsanları, caddeleri hissediyorum. Ankara’yı toplayan, yazan biri olarak 15 günde bir Ankara Kalesine çıkıyorum. Orada defalarca gezdiğim eskicileri, antikacıları tekrar geziyorum. Her seferinde yeni bir şeyler yakalıyorum. Ankara’da çok önemli yapılar, camiler var. Selçuklu eseri, Arslanhane Camii mihrabı var kalede. Oranın mozaik bir panosu var. Maneviyatı çok yüksek bir eser. Geçen yıl Unesco Kültürel Mirasına girdi. Ulucanlar’da Mimar Sinan eseri var. Cenabi Ahmet cami, çok önemli bir yapıdır. Çoğu Ankaralı bilmez. Ulusal mimarlık yapıları var. Bu yapıları geziyorum ve çoğunu da yazdım. Ankara Palas’ta yazdıklarım var. Epey yayımlandı ve çok okundu. Aslında kendimle, özellikle dışarıda kalmayı çok seviyorum. Çünkü ben sokakları, caddeleri dinliyorum. Bir Şule’nin iç gözüyle de görmek istiyorum her yeri. Onun duyusuyla duymak, o nasıl dokunuyorsa, onu da bilmek istiyorum. Onun da hikayesi, hissi ayrı diye düşünüyorum. Konu yine edebiyat oldu.
Şule: Başka yerlere konular evrilse de edebiyatçı olunca konu hep edebiyat olur. Hangi tür kitapları okumaktan hoşlanıyorsun?
Ayşegül: Son dönem vakit bulup da çok kitap okuyamıyorum. Son 5-6 aydır bir araştırma içindeyim. Mesleki kitapları okumayı çok sevdim. En son, Lilith’in öyküsünü yazdım. Henüz hiçbir yerde yayımlanmadı. Size gönderdim.
Şule: Bir sonraki sayımızda yayımlayacağız.
Ayşegül: Mor rengin öyküsünü araştırıp yazmıştım. Araştırma yazılarını seviyorum. Onlar için hep okumak gerekiyor. Son zamanlarda Hitit tarihine merak sardım. Anadolu coğrafyasındaki gelmiş geçmiş medeniyetleri okumayı çok seviyorum. Helen, Yunan, Hitit ve Mezopotamya… Hitit ve Mezopotamya’yı mutlaka ve mutlaka okumalı. Bir yetki sahibi olsam özellikle lise ve ortaokul müfredatlarına koyarım. Bunları bilirsek, aslında Türkiye’de, Anadolu’da hiç kimsenin birbirleriyle hiçbir şeyi paylaşamamazlığı kalmayacak. Etnik yapı, ırki üzerinden yapılan siyasetler, dinler, mezhepler, eşitsizlik ve ayrımcılık sona erecek diye düşünüyorum. Bunu defalarca söylüyorum ve altını çiziyorum. Birçok kaynaktan tarih okumak ve mesleğimle ilgili okumak çok hoşuma gidiyor. Sanat tarihini çok severek okudum. Bunları tekrar tekrar okuyorum.
Şule: Okuduğunu anlayıp yazıya dökmek de başka bir aktarım. Bir de okul kitaplarına konduğunda, onların iyi bir biçimde anlatılması, öğretilmesi gerekiyor. Bunlar da önemli. Pek çok yazarın sosyal medyada, blok sayfalarında yazıları çok okunuyor. Biz eski gelenekten
gidiyoruz belki pek çok yazıyı toplayıp yayımlıyoruz dergide. Bu sayımız 24 bölümden oluşuyor. Bir ayda bayağı üretmişiz ama okuyucu sayımız istediğimiz gibi olmuyor. Okumayı seven bir toplum değiliz. Gönüllülük esasıyla çalışıyoruz, çok emek veriyoruz. Okuyucularımızın artmamasına üzülüyoruz. Bu konuda önerilerin varsa onu da alalım istersen.
Ayşegül: Aynı durumdan ben de muzdaripim aslında. Benim de blok sayfam var. Belli başlı, alışan insanlar var, onlar okuyor. Ondan bir tık öteye götüremiyorum. Kitap satışları mesela. Türkiye’deki okuma oranlarını söylüyorduk ya, artık onun yüzdesi bile yok belki. Durum o kadar berbat, o kadar haşat ki hele bu akıllı telefonlar çıkıp da artık şu sosyal medya sayfaları; Instagram, Facebook, Tiktok olalı okuma oranı iyice düştü. İnsanlar bir şeyi eline alıp açıp da okumuyor. Halbuki derginizde de blok sayfamda da bir metnin okuma süresi var orada. En fazla 5 dakikadır. İnsanların bu kadarına bile tahammülü yok.
Şule: Short video yapmamızı istiyorlar.
Ayşegül: Benden Tiktok açmamı istiyorlar. En çok sinir olduğum bu tür kanallar. Bir ara açtım, 15 gün tahammül ettim, kapattım. Anlaşıldığı zaman, ileride okunur, torunlara kalır. Şu an okuyan tek tük insan var, onlar da bana yeter. Olabildiğince tanıtmak lazım. Bu da insan çokluğuyla, dikkat çekici projelerle olur. Tek başına hiçbir şey olmuyor. Ben bu konuda tek başımayım. Mücadelemi de hep böyle verdim. Bu bana zor gelmiyor. Ne yapabiliriz ki bu ülke böyle bir ülke. Toplumsal olaylar, kadını öne çıkaran projelerle ortaya çıkar, bir dayanışma içerisinde olursak, eminim, derginiz de okunur, beni de dinleyenler olur. Yazı atölyesi projesinde, masamızda kim varsa, bütün kadınlar ilgi ve dikkati çekmiş olurlar. Dayanışmayla olacak, zaman alacak ama olacak.
Şule: KİHEP, (Kadının İnsan Hakları Eğitim Programı) gruplarımda, engelli-engelsiz kadınların acı dolu hikayelerini biliyorum. Onları bir araya getirerek çalışmalar yapılabilir. Çünkü yetenekleri var, ortaya çıkarmıyorlar. Mesela, hayalinde havaya resim yapan bir kadın var. Bu ne kadar önemli. Dergimize iletmek istediğin başka mesajların varsa, onları da alalım. Laf lafı açtı ve çok güzel sohbet ettik.
Ayşegül: Zaman ayırıp beni dinlediğiniz ve bu güzel söyleşiyi benimle paylaştığınız için çok teşekkür ediyorum. Sanattan uzak kalmayın. Bu kadar karmaşık, kaos içindeki bir dünyanın, çıkmazda olan bir ülkede tek kurtarıcının sanat olduğuna inanıyorum. Sanatsız kalmayın. Sanat hayatın PH değerini dengeler. Sanatlı günlerde kalın, hoşça kalın.
Şule: Sevgili Umudun Kadınları izleyicilerimiz, bu kadar farklı ve renkli bir sohbet olacağını hiç düşünmemiştim. Ben de çok şey öğrendim. Umarım sizin için de çok yararlı, bayağı geniş açı kazandıran bir söyleşi olmuştur. Başka bir söyleşide buluşmak üzere, umutla kalın. Ayşe Gülçin İlhan’ın yazılarını dergimizden takip etmeye devam edelim.
1 Mayıs 2025
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.