YAZAN: Emine KAMÇI
Parmak kadar olmuşlardı. Aylardır yanlarına uğruyor, çiçek açmalarına, ürün vermelerine tanık olmak istiyordum. Ancak her gidişimde eli boş dönüyordum. Tohumlarını ilkbaharda ekmiş, aylarca beklemiştim. Bu bekleyiş sürecinde, her gün yapraklarını okşayarak onlara sevgimi sunmuştum. Bu bekleyişlerimin karşılığı gelmeyecek sanısına kapılarak onlardan tam umudumu kesmişken günün birinde, yanıldığımı fark etmiştim. Bir sonbahar günü yeniden onlara dokunduğumda yaprakların boş olmadığını gördüm. Yapraklar çiçek açmış, bazı çiçeklerse ürüne durmuştu. Çiçeklerin arasından beliren minicik biberleri fark edince sevinçten havalara uçtum.
Şimdi sizi duyar gibiyim. ‘Bu kadar da abartı fazla değil mi?’ diye.
İnsanın umudunu kestiği bir şeyden ansızın sonuç alması, bulunmaz bir kazanç gibi geliyor bana. Ben bu biberleri torunum için ekmiştim aslında. Doğaldır ki torunuma acı biber yedirmek niyetinde değildim. Geçen yıl yine biber ekmiş, torunum geldiğinde de bu biberleri dalından birlikte toplamıştık. O minicik elleriyle onları tek tek kopararak bana veriyor, ben de avucumun içinde onları biriktiriyordum. Zaten toplanan biberler de topu topu bir avuçtu. Ancak bunun verdiği mutluluksa bir avuç değil, koca evrene sığmazdı. Yine onca zaman beklemiş, sonbaharın hafif serin günlerinden birinde bu fidanlar biberini dökmüştü. Torunum geldiğinde, ilk ürünü almıştık. Şimdi sıra ikinci hasat kaldırmadaydı. Böyle söylüyorum diye, gözünüzde bir bahçe canlanmasın. Topu topu iki saksıdan oluşan bir fidanlıktı bizimkisi.
Torunum gittiği bir geziden döner dönmez, yeniden büyümüş bu biberleri toplayarak mutluluk oyunumuza bir yenisini katacaktık. Evet, yine büyüdüler, bir serçe parmağı kadar oldular. Bu kadarı da bizim mutluluk oyunumuz için yeterliydi.
Minik oğlum geldi ve büyümüş olan biberleri yine bir bir toplayıp avucuma doldurdu. İki üç gün geçmişti ki torunum ısrarla yine biber toplamak istediğini söyleyince, henüz biberlerin çok küçük olduğunu, biraz daha beklememiz gerektiğini bildirdim. Oysa o ısrarını sürdürdü. Çaresiz onunla balkonun yolunu tutmak zorunda kaldık. Bir dakika sonra saksıların başındaydık. Oğlum ısrarında haklıydı. Sayıca çok değilseler de bazı biberler büyümüştü. İki üç biberi de kopardıktan sonra torunum bir zafer kazanmışçasına sevinçle, kahkahasını balkona boşaltıverdi. İşte mutluluk bu kadar kolay, bu kadar yakındı bize.
Çocuklarımı evlerine uğurladıktan birkaç gün sonra yine balkona çıkıp saksılarımdaki bitkileri sularken yine onları fark ettim. Biberler yine büyümüştü. Hüzünle onlara dokundum. Daha birkaç gün önce çocukları bu balkondan uğurlarken aynı duyguları hissetmiş, onların veda sözcüklerine, boğazım düğümlenerek karşılık vermiştim. İşte yine buradayım. Küçük balkonumda vedalaştığımız günün anıları kafamda canlanırken bir kumru ötüşüyle ansızın irkildim. ‘İstanbul’dan bir kumru gelmiş,’ dedim kendi kendime. ‘İstanbul’dan’ dedim, çünkü İstanbul’daki kumruların ötüşü, buradakilere pek benzemez. Onlar genelde, ‘guu gugugu’ İzmir’dekilerse, ‘guuguguk’ diye öterler. Rahmetli babam, İstanbul’dakiler için, ‘Üsküdar’a gidicem’ diye bağırırlar!’ derdi. İzmir’dekiler içinse, bir arkadaşım, ‘hukukçu, hukukçu’ diye öttüklerini söylerdi hep.
Tabii ki bu bir şakadan ibaretti. Bu düşüncelerle balkonda ayakta beklemeye devam ederken bir anda düşüncelerim başka bir imgeyle yer değiştiriverdi. Şimdi yıllar yıllar öncesindeydim artık. Annemin evinde ve onun hayatta olduğu zamandaydım. Annemin mutfak penceresinin açıldığı ışıklıkta acı acı bir kumru çığlığını duyuyordum. Bu çığlığın ardındansa cılız, korkulu bir başka kumrunun sesi işitiliyordu. Muhtemelen anne bir kumru, yavrusunu yitirmişti.
Sonraki günlerde bu ayrılık hikayesiyle ilgili bir duyum almadım ama annem, bahçesine zaman zaman uğrayan kumruları beslemeye devam ediyordu.
Sanırım bu doğa ve hayvan sevgisi, bana annemden miras kalmıştı. Benden de torunuma kalacakmış gibi görünüyordu.
Gerek annem gerekse torunum ya da torunlarım demeliydim. Çünkü bir torunum daha vardı ancak o daha küçüktü. Henüz çiçekten böcekten anladığı yoktu. Onlar bana göre çok şanslıydılar. Çocukluğunda annem de benim gibi şehir merkezinde bulunmasına karşın, o günlerin bakirliği bozulmamış doğasıyla kucak kucağa yaşıyordu. Torunlarımsa, bulundukları ülkede, tam da doğanın ortasına doğmuşlardı. Çünkü yaşadıkları yöre, bol yağışlı, doğal olarak da yemyeşildi. Büyük torunum doğduğunda bu ülkeye gitmiş, doğanın bu cömertliğine hayran kalmıştım. Öyle ki her şey kendi halineydi. Bu kendi halinelik, kuşlara bile bulaşmıştı. Örneğin, yol boyunca uzanmakta olan çimenlerin üzerinde sere serpe yatan güvercinler, insanların yanlarından geçip gitmelerine kulak asmıyor, en ufak bir korku sarsıntısı göstermiyorlardı.
Evet, şimdi onların benden çok çok şanslı olduğunu umarım yeterince anlatabilmişimdir. Bense, şehrin ortasında, sevgiyle büyüttüğüm iki saksı biber fidanıyla mutluluk oyunuma devam ediyor ve yeniden gelmelerini umut ettiğim rol arkadaşlarımı sabırsızlıkla bekliyorum.
Umutla kalın.
Parmak kadar olmuşlardı. Aylardır yanlarına uğruyor, çiçek açmalarına, ürün vermelerine tanık olmak istiyordum. Ancak her gidişimde eli boş dönüyordum. Tohumlarını ilkbaharda ekmiş, aylarca beklemiştim. Bu bekleyiş sürecinde, her gün yapraklarını okşayarak onlara sevgimi sunmuştum. Bu bekleyişlerimin karşılığı gelmeyecek sanısına kapılarak onlardan tam umudumu kesmişken günün birinde, yanıldığımı fark etmiştim. Bir sonbahar günü yeniden onlara dokunduğumda yaprakların boş olmadığını gördüm. Yapraklar çiçek açmış, bazı çiçeklerse ürüne durmuştu. Çiçeklerin arasından beliren minicik biberleri fark edince sevinçten havalara uçtum.
Şimdi sizi duyar gibiyim. ‘Bu kadar da abartı fazla değil mi?’ diye.
İnsanın umudunu kestiği bir şeyden ansızın sonuç alması, bulunmaz bir kazanç gibi geliyor bana. Ben bu biberleri torunum için ekmiştim aslında. Doğaldır ki torunuma acı biber yedirmek niyetinde değildim. Geçen yıl yine biber ekmiş, torunum geldiğinde de bu biberleri dalından birlikte toplamıştık. O minicik elleriyle onları tek tek kopararak bana veriyor, ben de avucumun içinde onları biriktiriyordum. Zaten toplanan biberler de topu topu bir avuçtu. Ancak bunun verdiği mutluluksa bir avuç değil, koca evrene sığmazdı. Yine onca zaman beklemiş, sonbaharın hafif serin günlerinden birinde bu fidanlar biberini dökmüştü. Torunum geldiğinde, ilk ürünü almıştık. Şimdi sıra ikinci hasat kaldırmadaydı. Böyle söylüyorum diye, gözünüzde bir bahçe canlanmasın. Topu topu iki saksıdan oluşan bir fidanlıktı bizimkisi.
Torunum gittiği bir geziden döner dönmez, yeniden büyümüş bu biberleri toplayarak mutluluk oyunumuza bir yenisini katacaktık. Evet, yine büyüdüler, bir serçe parmağı kadar oldular. Bu kadarı da bizim mutluluk oyunumuz için yeterliydi.
Minik oğlum geldi ve büyümüş olan biberleri yine bir bir toplayıp avucuma doldurdu. İki üç gün geçmişti ki torunum ısrarla yine biber toplamak istediğini söyleyince, henüz biberlerin çok küçük olduğunu, biraz daha beklememiz gerektiğini bildirdim. Oysa o ısrarını sürdürdü. Çaresiz onunla balkonun yolunu tutmak zorunda kaldık. Bir dakika sonra saksıların başındaydık. Oğlum ısrarında haklıydı. Sayıca çok değilseler de bazı biberler büyümüştü. İki üç biberi de kopardıktan sonra torunum bir zafer kazanmışçasına sevinçle, kahkahasını balkona boşaltıverdi. İşte mutluluk bu kadar kolay, bu kadar yakındı bize.
Çocuklarımı evlerine uğurladıktan birkaç gün sonra yine balkona çıkıp saksılarımdaki bitkileri sularken yine onları fark ettim. Biberler yine büyümüştü. Hüzünle onlara dokundum. Daha birkaç gün önce çocukları bu balkondan uğurlarken aynı duyguları hissetmiş, onların veda sözcüklerine, boğazım düğümlenerek karşılık vermiştim. İşte yine buradayım. Küçük balkonumda vedalaştığımız günün anıları kafamda canlanırken bir kumru ötüşüyle ansızın irkildim. ‘İstanbul’dan bir kumru gelmiş,’ dedim kendi kendime. ‘İstanbul’dan’ dedim, çünkü İstanbul’daki kumruların ötüşü, buradakilere pek benzemez. Onlar genelde, ‘guu gugugu’ İzmir’dekilerse, ‘guuguguk’ diye öterler. Rahmetli babam, İstanbul’dakiler için, ‘Üsküdar’a gidicem’ diye bağırırlar!’ derdi. İzmir’dekiler içinse, bir arkadaşım, ‘hukukçu, hukukçu’ diye öttüklerini söylerdi hep.
Tabii ki bu bir şakadan ibaretti. Bu düşüncelerle balkonda ayakta beklemeye devam ederken bir anda düşüncelerim başka bir imgeyle yer değiştiriverdi. Şimdi yıllar yıllar öncesindeydim artık. Annemin evinde ve onun hayatta olduğu zamandaydım. Annemin mutfak penceresinin açıldığı ışıklıkta acı acı bir kumru çığlığını duyuyordum. Bu çığlığın ardındansa cılız, korkulu bir başka kumrunun sesi işitiliyordu. Muhtemelen anne bir kumru, yavrusunu yitirmişti.
Sonraki günlerde bu ayrılık hikayesiyle ilgili bir duyum almadım ama annem, bahçesine zaman zaman uğrayan kumruları beslemeye devam ediyordu.
Sanırım bu doğa ve hayvan sevgisi, bana annemden miras kalmıştı. Benden de torunuma kalacakmış gibi görünüyordu.
Gerek annem gerekse torunum ya da torunlarım demeliydim. Çünkü bir torunum daha vardı ancak o daha küçüktü. Henüz çiçekten böcekten anladığı yoktu. Onlar bana göre çok şanslıydılar. Çocukluğunda annem de benim gibi şehir merkezinde bulunmasına karşın, o günlerin bakirliği bozulmamış doğasıyla kucak kucağa yaşıyordu. Torunlarımsa, bulundukları ülkede, tam da doğanın ortasına doğmuşlardı. Çünkü yaşadıkları yöre, bol yağışlı, doğal olarak da yemyeşildi. Büyük torunum doğduğunda bu ülkeye gitmiş, doğanın bu cömertliğine hayran kalmıştım. Öyle ki her şey kendi halineydi. Bu kendi halinelik, kuşlara bile bulaşmıştı. Örneğin, yol boyunca uzanmakta olan çimenlerin üzerinde sere serpe yatan güvercinler, insanların yanlarından geçip gitmelerine kulak asmıyor, en ufak bir korku sarsıntısı göstermiyorlardı.
Evet, şimdi onların benden çok çok şanslı olduğunu umarım yeterince anlatabilmişimdir. Bense, şehrin ortasında, sevgiyle büyüttüğüm iki saksı biber fidanıyla mutluluk oyunuma devam ediyor ve yeniden gelmelerini umut ettiğim rol arkadaşlarımı sabırsızlıkla bekliyorum.
Umutla kalın.
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.