ebrubozcuk@hotmail.com
Açık sarı, yarı toplanmış dalgalı fönlü saçları ve makyajıyla, siyah kıyafeti ve yine siyah kolyesi ile gülümsüyor.
Bir çocuğun koluna bandaj sarılıyor. Çocuk beyaz bir uzun kollu tişört ve mavi kot pantolon giymiş. Bir yetişkin, çocuğun bileğine veya ön koluna dikkatlice beyaz bir bandaj sarıyor. İkisi de bir koltukta oturuyor.
YAZAN: Ebru BOZCUK

Çocukluğumda, annemin bizi okula gönderdikten sonra uyumadığını öğrendiğim gün ev hanımı olmamaya karar vermiştim.
Uyumanın elbet bir yolu olmalıydı. Çocuk aklımla bir şekilde bulacaktım onu. Sabah karanlığında uyanmaya ne yapıp edip bir son vermeliydim.
Aradan yıllar geçti. Üniversite, iş hayatı, evlilik, boşanma derken büyüdüm, hem de ne büyümek...
Endişeler, yapmam gerekenler, acabalar, kayıplar ve yaşanan onca badirenin üstüne geriye dönüp baktığımda, tek derdi sabah erken kalkmak olan o masum çocuğu nasıl da özlediğimi fark ediyorum.
Artık hayatın içinde öyle derin kaygılar, öyle sorunlar vardı ki uyumak için onca vakit varken uyuyamadığını anladığın an kederli bir farkındalık mıh gibi içine oturuveriyor.
Çocukluğumuzda, kanayan dizimizin ilk pansumanı anne öpücüğüydü, hatırlarsınız. Bir üflerdi, bir sarılırdı ki gözlerimizden yağmur gibi akan gözyaşı da yaranın acısı da birden diniverirdi.
Yaralarımız bile hafifti sanki eskiden. Üfleyince geçiveriyordu... İzi bile kalmıyordu. Şimdi öyle mi?...
"Acıtan yerine zaman sürersin, bir bakarsın ki geçmiş" deyip, pek de inanmadığımız büyük puntolu laflara sığınıp, kendimizi avutuyoruz ısrarla...
Ama geçmiyor işte.
Kabuk bağlasa da izi kalıyor hatta zaman zaman kaşıyıp kabuğunu kaldırıyoruz ki hala yerli yerinde olduğuna şahitlik ediyoruz.
Nihayetinde o yaralarla yaşamayı öğreniyoruz.
Bir sürü izle, yarayla barış antlaşması imzalayıp yola devam ediyoruz çünkü biliyoruz ki bizi yerden kaldırıp üstümüzü silkeleyecek ve yaramızı üfleyecek kimseler yok artık...
Eski hikayeleri kalbinden, aklından azat etmek ya da en azından buna niyet etmek zorunda olduğunu ne de güzel öğreniyorsun zamanla.
Sevilmediğini hissettiğin bir evde büyüdüysen eğer, yaralarının izleri daha derin oluyor ve bir türlü üstünü silkeleyip yeni bir yola çıkamıyorsun.
Sevildiğini bildiğin bir evde büyüdüysen, hayatın iyiye evrileceğine dair olan inancını saklı tutuyorsun. Puslu bir grinin ortasındayken bile mavi bir fular takmayı ihmal etmiyorsun.
Nasıl kalkarsan kalk, önce göğe bakıyorsun. Çiçeklerini suluyor, radyoyu açıyorsun. "Demli bir çay iyi gider şimdi" deyip, "Bu da geçer" in içini ısıtan limanına sığınıyorsun.
Fakat üfleyerek değil de zamanla geçeceğine inanıyor, kalan izlere de razı oluyorsun.
Kendi yaranı pansumanlamayı öğreniyorsun hatta öyle bir hale geliyorsun ki yaranın üstüne çiçekli yara bantları bile yapıştırıyorsun.
Büyüyorsun işte... Çocukluğunun, gece yastığa başını koyar koymaz deliksiz uyuduğun gecelerini özlüyorsun.
Sonra büyümenin bir lanet olduğunu anlıyor ve ona da razı oluyorsun.
Sessizce akıyorsun hayatın içinde. Direnmeden, diretmeden, zorlamadan, yormadan... Ne yapıp edip bir şekilde içini ferahlatmayı öğreniyorsun fakat yaranın artık üfleyerek geçmediğini de çok iyi biliyorsun.
İşte o vakit, içindeki küçük kız çocuğuna " ÜFLEYİNCE GEÇER" deyip sımsıkı sarılıyorsun.
Ve nihayetinde artık yaralanmaktan hiç korkmadığını anlayıp, Mevlana'nın o şahane sözünü fısıldıyorsun içinden...
"YARA, IŞIĞIN İÇERİ SIZDIĞI YERDİR."
Işığımızın bol, dillerimizin latif, kalbimizin ferah olması dileğiyle...
Mayıs/2025

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.