YAZAN: Ayşen GÖRELELİ
İnsanın kuyusu, denizi, deryası, kara kutusu çocukluğudur. Her şey orada başlar, gelişir, çiçek açar ya da solar. İşte bu yüzden, neden ve nasıl yazdığımın cevaplarının çocukluğumda saklı olduğunu düşünüyorum.
İki kuması ve huysuz kocasıyla yaşarken mutluluğu kendi seçtiği alanlarda bulan bir melek, anneannem… Kapısını çalan bir yoksulun karnını doyurmadan göndermeyen, yırtık giysiler içindekilere üzerindeki kat kat elbiselerinden birini giydiren bu kadın çok mu varlıklıydı? Değildi elbette. Eli maharetli, bahçesi bereketliydi. Yolda bir yürümeye görsün peşinde kocaman bir kedi ordusu olurdu. Bir de çocuklar. İşte bu yüzden hep giysilerinin cepleri lekeliydi. Çocuklara, kedilere dahası birçok hayvana yetecek yiyecekleri taşırdı ceplerinde. Soğuk, açlık, kimsesizlik, göç… Bütün bunlar nedir, nasıl yaşanır iyi bilirdi. Bu yüzden yoluna çıkan tüm canlıların yarasını sarmaya çalışırdı.
Yaşlandığında İstanbul’a taşındılar. Çevresinde ağaçlar gibi hayvanlar da azaldı. Nasıl yaşanırdı bu kentte? Sık sık Gülhane Parkı’na giderdi. Kafeslerdeki hayvanları sever, doyurur, onlar için gözyaşı dökerdi. İnsan insanı, insan hayvanı nasıl hapsederdi, aklı almazdı. Bir Gülhane dönüşünde yolda minik bir eşek gördüğünde gözlerine inanamamış. Sıpa ona, o sıpaya bakmış. Dayanamayıp gidip başını okşamış. Sıpanın arkasından kart bir sesin “Onu seveceğine, gel beni sev,” demesi üzerine dünya başına yıkılmış. Koskoca kadına laf atmış adamın biri! Yerlerde taş aramış, atıp o pis bıyıklı adamın kafasını yarmak için. Taş da yokmuş ki bu zalim memlekette. Kötülüğü ne anlayabiliyor ne de affedebiliyordu.
Anneannem, ilk öykü kahramanım. Gel de etkilenme ondan, gel de yazma!
Geçmiş bir kış günü... Üç kardeş, sobanın başında ısınıyoruz. Birden içeri annem girdi. Kendini yere attı. “Oy belim, oy karnım,” diyerek kıvranıyordu. Annem hasta olmazdı ki! Olurdu da bizim mi haberimiz yoktu, bilmiyorum. Biz de ağlamaya başladık. “Anne, neyin var, ne oldu?” diyerek ona sarılmaya çalıştık. Epeyce çırpındı annem. Sonra durdu, ciddi ciddi yüzümüze baktı. “Yahu çocuklar, neyim olacak? Küçük kızımı doğuruyorum!” demez mi? Donduk kaldık. Meğer benim doğum günümmüş o gün.
Babamın mal almak için başka şehirlere gittiği zamanlarda annemle yaptığımız muzırlıklar günlerce konuşulurdu mahallede. Bir keresinde bana erkek kıyafetleri giydirmiş, sakal, bıyık yapmıştı. Belime de abimin gerçek görünümlü oyuncak tabancasını takıp komşulara gitmiştik. Şakacıktan kız istemiştik. Televizyon, internet, hatta neredeyse evde telefonlarımızın bile olmadığı, hani, “bir maniniz yoksa annemler size gelecek,” dediğimiz zamanlardı. Yokluk çoktu ama icat ettiğimiz eğlencemiz de çoktu. Konu komşu, akraba, eş, dost birlikte eğlenirdik. Yazları fındık soyma imecelerinde şenlik yapardık. Herkes hünerini gösterirdi sırayla. Kimi şarkı söyler, kimi çalar, kimimiz de oynardık. Herkes yetenek küpüydü mübarek. Tadı damağımda kalan anılarım… Gel de esinlenme o günlerden, gel de yazma!
Üç kardeş aynı odada kalıyorduk. Bir gece, nereden akıllarına estiyse ablamla ağabeyim benimle önemli bir şey konuşacaklarını söylemişlerdi. Üzgün görünüyorlardı. Korku ve merak içinde dinlemeye başladım. Onların öz kardeşi değilmişim. Beni annemler Çingenelerden almışlar. Yine de beni çok seviyorlarmış. Gerçeği bilmek benim de hakkımmış. Mış mış da mış mış. Gerisini dinleyememiştim. Tuvalete gitme bahanesiyle yataktan kalkmıştım. Döndüğümde uyumuşlardı. Hem de mışıl mışıl. Duyduklarım bana çok ağır gelmişti. O zamanlar bilmiyorum ki Çingenelerin ne kadar eğlenceli, renkli bir halk olduğunu. Tuvalette akmaya başlayan gözyaşlarım sel olmuştu. Sabaha kadar ağlamıştım. Ertesi gün ateşim çıkmıştı. Annem anlamıştı bende başka bir haller olduğunu. Durumu öğrenince ablamla abime öyle bir bakmıştı ki onlar kahvaltı masasından kaçarken birer terlik fırlatmıştı peşlerinden. Annemin terlikleri hep ıskalardı, hiç isabet etmezdi ki.
Annem benim, ilk öğretmenim, çocukluğumun mis kokusu. Gel de özlem duyma anımsadıkça, gel de yazma!
Oldukça renkli geçen o yıllarda günlük tutmaya başladım. Okumayı seven bir anne, harika bir Türkçe öğretmenim kitaplarla erken tanışmamı sağladı. Aziz Nesin, Sevgi Soysal, Fakir Baykurt ve daha niceleri… Üniversite yıllarında özellikle ülkemizin ya da dünyanın toplumcu gerçekçi yazarlarını, şairlerini okumaya devam ettim. Yazmak sakıncalıydı, hele de günlük gibi metinler. Derken 12 Eylül darbesi oldu. Hallaç pamuğu gibi atıldık. Sevdiklerimizden ayrı düştük, sakatlandık, öldük, işkenceler gördük, hapislere girdik. Yaşanan zor dönemler, çekilen acılar sanatı kışkırtır ya… Diğer yandan da kişisel sıkıntıları anlatmamanın erdem olduğunu öğrenmişiz ya… Uzun bir süre sustuk. Yalnız kaldığımızda, rüyalarımızda yeniden yeniden yaşadık o yılları.
12 Eylül sonrası Selimiye ve Metris askeri cezaevinde kaldım bir süre. Oğlumu Metris’teyken dünyaya getirdim. Tahliye olduktan sonra yanlarında en rahat olduğum kişiler cezaevinden çıkanlardı. Sohbetlerimiz sırasında “Sen ne güzel ayrıntılar hatırlıyorsun, neden yazmıyorsun bunları?” dediler hep bana. Önce bu kişisel anıları nasıl ve neden yazayım, diye düşündüm. Sonra anlatacağım hiçbir şeyin özel değil, faşist darbeye ait günlükler, acı, tatlı hatıralarımız olduğunu anladım. Her şeye rağmen umudu, dayanışmayı, güzellikleri paylaşmalıydım. Durma yaz, dedim kendime. Darbeden otuz yıl sonra basılan Postal ve Patik kitabım böylece okurlarla buluştu. Kim derdi ki cunta beni yazan bir insana dönüştürecek! Üstelik yazmak sağaltıyormuş da insanı. Cezaevi günleri rüyalarımdan silindi gitti böylece.
Sonra elim alıştı, öyküler yazmaya başladım. Ustaların eserlerini okumayı onlardan öğrenmeyi hiç bırakmadım.
İlk başlarda 12 Eylül unutulmasın, darbenin hesabı sorulsun düşüncesiyle yazıyordum. Anlayacağınız benim için yazmak, devrimci mücadelenin bir parçasıydı. Ne anlattığım çok önemliydi. Okudukça, araştırdıkça, öğrendikçe ne yazdığım kadar nasıl yazdığımın da bir o kadar önemli olduğunu anladım. Yine de pusulam şaşmadı. Emekten, ezilenden, haklıdan, adaletten yana oldu kalemim.
Uzun zamandır doğrudan bilgisayara yazıyorum. Yine de karalama defterlerim, not aldığım kâğıtlar var sağda solda. Çoğunlukla benim için günün büyülü saatleri olan geceleri yazıyorum. Çocukluğumdan beri, el ayak çekilip kendimle kaldığım gece saatleri gündüzden daha anlamlıdır. Gece insanıyım bu yüzden. Gece sırlarla doludur. Kendimi daha yaratıcı bulurum akşam sonraları.
Ülkemizde çoğu insan “Hayatım roman,” der. Aslında kişi hayatını yazsa bu bir roman olmaz diye düşünüyorum. Buna rağmen herkesin yaşamı ilginç gelir bana. Edebiyatın da en önemli malzemesi insandır. Yaşadıklarım, gözlediklerim, duyduklarım yazmaya başlamam için basamak olsa da yazarken kâğıda dökülen bambaşka şeylerdir. Gerçeği bozup yeni bir gerçek yaratmaya çalışırım. Bazen bir sözcük, bir cümle, bir ses, melodi bazen bir koku öyküyü getirir, masama koyar. Sonra kervan yolda düzülür. Bazen de öykü içime doğar, neredeyse baştan sona. Yazarken değişip dönüşebilir. İpleri sıkı tutmayı başaramadığım da olur, akışı kahramanlarıma, metne kaptırdığım olur. Yeniden yazarım. Demlensin diye beklerim. Dostlarıma okutur, düşüncelerini alırım. Bir daha yazarım. Böyle sürer gider yaratma heyecanım, soluk soluğa. Yayımlanması için bir yerlere gönderene kadar bitmez metin.
Ve sonra gece olur. Yalnız kalırım. Bilgisayarın karşısına otururum. Bir de kahvem olursa masamda değmeyin keyfime. Gel de yazma!
İnsanın kuyusu, denizi, deryası, kara kutusu çocukluğudur. Her şey orada başlar, gelişir, çiçek açar ya da solar. İşte bu yüzden, neden ve nasıl yazdığımın cevaplarının çocukluğumda saklı olduğunu düşünüyorum.
İki kuması ve huysuz kocasıyla yaşarken mutluluğu kendi seçtiği alanlarda bulan bir melek, anneannem… Kapısını çalan bir yoksulun karnını doyurmadan göndermeyen, yırtık giysiler içindekilere üzerindeki kat kat elbiselerinden birini giydiren bu kadın çok mu varlıklıydı? Değildi elbette. Eli maharetli, bahçesi bereketliydi. Yolda bir yürümeye görsün peşinde kocaman bir kedi ordusu olurdu. Bir de çocuklar. İşte bu yüzden hep giysilerinin cepleri lekeliydi. Çocuklara, kedilere dahası birçok hayvana yetecek yiyecekleri taşırdı ceplerinde. Soğuk, açlık, kimsesizlik, göç… Bütün bunlar nedir, nasıl yaşanır iyi bilirdi. Bu yüzden yoluna çıkan tüm canlıların yarasını sarmaya çalışırdı.
Yaşlandığında İstanbul’a taşındılar. Çevresinde ağaçlar gibi hayvanlar da azaldı. Nasıl yaşanırdı bu kentte? Sık sık Gülhane Parkı’na giderdi. Kafeslerdeki hayvanları sever, doyurur, onlar için gözyaşı dökerdi. İnsan insanı, insan hayvanı nasıl hapsederdi, aklı almazdı. Bir Gülhane dönüşünde yolda minik bir eşek gördüğünde gözlerine inanamamış. Sıpa ona, o sıpaya bakmış. Dayanamayıp gidip başını okşamış. Sıpanın arkasından kart bir sesin “Onu seveceğine, gel beni sev,” demesi üzerine dünya başına yıkılmış. Koskoca kadına laf atmış adamın biri! Yerlerde taş aramış, atıp o pis bıyıklı adamın kafasını yarmak için. Taş da yokmuş ki bu zalim memlekette. Kötülüğü ne anlayabiliyor ne de affedebiliyordu.
Anneannem, ilk öykü kahramanım. Gel de etkilenme ondan, gel de yazma!
Geçmiş bir kış günü... Üç kardeş, sobanın başında ısınıyoruz. Birden içeri annem girdi. Kendini yere attı. “Oy belim, oy karnım,” diyerek kıvranıyordu. Annem hasta olmazdı ki! Olurdu da bizim mi haberimiz yoktu, bilmiyorum. Biz de ağlamaya başladık. “Anne, neyin var, ne oldu?” diyerek ona sarılmaya çalıştık. Epeyce çırpındı annem. Sonra durdu, ciddi ciddi yüzümüze baktı. “Yahu çocuklar, neyim olacak? Küçük kızımı doğuruyorum!” demez mi? Donduk kaldık. Meğer benim doğum günümmüş o gün.
Babamın mal almak için başka şehirlere gittiği zamanlarda annemle yaptığımız muzırlıklar günlerce konuşulurdu mahallede. Bir keresinde bana erkek kıyafetleri giydirmiş, sakal, bıyık yapmıştı. Belime de abimin gerçek görünümlü oyuncak tabancasını takıp komşulara gitmiştik. Şakacıktan kız istemiştik. Televizyon, internet, hatta neredeyse evde telefonlarımızın bile olmadığı, hani, “bir maniniz yoksa annemler size gelecek,” dediğimiz zamanlardı. Yokluk çoktu ama icat ettiğimiz eğlencemiz de çoktu. Konu komşu, akraba, eş, dost birlikte eğlenirdik. Yazları fındık soyma imecelerinde şenlik yapardık. Herkes hünerini gösterirdi sırayla. Kimi şarkı söyler, kimi çalar, kimimiz de oynardık. Herkes yetenek küpüydü mübarek. Tadı damağımda kalan anılarım… Gel de esinlenme o günlerden, gel de yazma!
Üç kardeş aynı odada kalıyorduk. Bir gece, nereden akıllarına estiyse ablamla ağabeyim benimle önemli bir şey konuşacaklarını söylemişlerdi. Üzgün görünüyorlardı. Korku ve merak içinde dinlemeye başladım. Onların öz kardeşi değilmişim. Beni annemler Çingenelerden almışlar. Yine de beni çok seviyorlarmış. Gerçeği bilmek benim de hakkımmış. Mış mış da mış mış. Gerisini dinleyememiştim. Tuvalete gitme bahanesiyle yataktan kalkmıştım. Döndüğümde uyumuşlardı. Hem de mışıl mışıl. Duyduklarım bana çok ağır gelmişti. O zamanlar bilmiyorum ki Çingenelerin ne kadar eğlenceli, renkli bir halk olduğunu. Tuvalette akmaya başlayan gözyaşlarım sel olmuştu. Sabaha kadar ağlamıştım. Ertesi gün ateşim çıkmıştı. Annem anlamıştı bende başka bir haller olduğunu. Durumu öğrenince ablamla abime öyle bir bakmıştı ki onlar kahvaltı masasından kaçarken birer terlik fırlatmıştı peşlerinden. Annemin terlikleri hep ıskalardı, hiç isabet etmezdi ki.
Annem benim, ilk öğretmenim, çocukluğumun mis kokusu. Gel de özlem duyma anımsadıkça, gel de yazma!
Oldukça renkli geçen o yıllarda günlük tutmaya başladım. Okumayı seven bir anne, harika bir Türkçe öğretmenim kitaplarla erken tanışmamı sağladı. Aziz Nesin, Sevgi Soysal, Fakir Baykurt ve daha niceleri… Üniversite yıllarında özellikle ülkemizin ya da dünyanın toplumcu gerçekçi yazarlarını, şairlerini okumaya devam ettim. Yazmak sakıncalıydı, hele de günlük gibi metinler. Derken 12 Eylül darbesi oldu. Hallaç pamuğu gibi atıldık. Sevdiklerimizden ayrı düştük, sakatlandık, öldük, işkenceler gördük, hapislere girdik. Yaşanan zor dönemler, çekilen acılar sanatı kışkırtır ya… Diğer yandan da kişisel sıkıntıları anlatmamanın erdem olduğunu öğrenmişiz ya… Uzun bir süre sustuk. Yalnız kaldığımızda, rüyalarımızda yeniden yeniden yaşadık o yılları.
12 Eylül sonrası Selimiye ve Metris askeri cezaevinde kaldım bir süre. Oğlumu Metris’teyken dünyaya getirdim. Tahliye olduktan sonra yanlarında en rahat olduğum kişiler cezaevinden çıkanlardı. Sohbetlerimiz sırasında “Sen ne güzel ayrıntılar hatırlıyorsun, neden yazmıyorsun bunları?” dediler hep bana. Önce bu kişisel anıları nasıl ve neden yazayım, diye düşündüm. Sonra anlatacağım hiçbir şeyin özel değil, faşist darbeye ait günlükler, acı, tatlı hatıralarımız olduğunu anladım. Her şeye rağmen umudu, dayanışmayı, güzellikleri paylaşmalıydım. Durma yaz, dedim kendime. Darbeden otuz yıl sonra basılan Postal ve Patik kitabım böylece okurlarla buluştu. Kim derdi ki cunta beni yazan bir insana dönüştürecek! Üstelik yazmak sağaltıyormuş da insanı. Cezaevi günleri rüyalarımdan silindi gitti böylece.
Sonra elim alıştı, öyküler yazmaya başladım. Ustaların eserlerini okumayı onlardan öğrenmeyi hiç bırakmadım.
İlk başlarda 12 Eylül unutulmasın, darbenin hesabı sorulsun düşüncesiyle yazıyordum. Anlayacağınız benim için yazmak, devrimci mücadelenin bir parçasıydı. Ne anlattığım çok önemliydi. Okudukça, araştırdıkça, öğrendikçe ne yazdığım kadar nasıl yazdığımın da bir o kadar önemli olduğunu anladım. Yine de pusulam şaşmadı. Emekten, ezilenden, haklıdan, adaletten yana oldu kalemim.
Uzun zamandır doğrudan bilgisayara yazıyorum. Yine de karalama defterlerim, not aldığım kâğıtlar var sağda solda. Çoğunlukla benim için günün büyülü saatleri olan geceleri yazıyorum. Çocukluğumdan beri, el ayak çekilip kendimle kaldığım gece saatleri gündüzden daha anlamlıdır. Gece insanıyım bu yüzden. Gece sırlarla doludur. Kendimi daha yaratıcı bulurum akşam sonraları.
Ülkemizde çoğu insan “Hayatım roman,” der. Aslında kişi hayatını yazsa bu bir roman olmaz diye düşünüyorum. Buna rağmen herkesin yaşamı ilginç gelir bana. Edebiyatın da en önemli malzemesi insandır. Yaşadıklarım, gözlediklerim, duyduklarım yazmaya başlamam için basamak olsa da yazarken kâğıda dökülen bambaşka şeylerdir. Gerçeği bozup yeni bir gerçek yaratmaya çalışırım. Bazen bir sözcük, bir cümle, bir ses, melodi bazen bir koku öyküyü getirir, masama koyar. Sonra kervan yolda düzülür. Bazen de öykü içime doğar, neredeyse baştan sona. Yazarken değişip dönüşebilir. İpleri sıkı tutmayı başaramadığım da olur, akışı kahramanlarıma, metne kaptırdığım olur. Yeniden yazarım. Demlensin diye beklerim. Dostlarıma okutur, düşüncelerini alırım. Bir daha yazarım. Böyle sürer gider yaratma heyecanım, soluk soluğa. Yayımlanması için bir yerlere gönderene kadar bitmez metin.
Ve sonra gece olur. Yalnız kalırım. Bilgisayarın karşısına otururum. Bir de kahvem olursa masamda değmeyin keyfime. Gel de yazma!
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.