eminekamci@hotmail.com
Açık kahverengi saçlarını toplamış, üzerinde siyah montuyla, açık alanda, gülümsüyor.
Işıklarla aydınlanmış bir ortamda havaya kalkmış birçok insan eli alkış tutuyor.
YAZAN: Emine KAMÇI

Uyandığımda hava kararmıştı. Nerede olduğumu anlamaya çalışırken kulaklarıma dek gelen alkışların, çalınan güğümün ritmiyle sarsıldım. Yavaşça yerimden doğrulurken içeriye giren teyzemi fark ettim. Onu görünce konuşmaya çalışırken sesimin kısık olduğunu anladım. Demek ki hasta olduğum için bu odaya yatırılmıştım. Daha doğrusu mutfağa yatırılmıştım. Daha çok küçüktüm o zamanlar. Annem ortalarda yoktu. Henüz ben bir şey soramadan teyzem: “Seni buraya mı bıraktılar?” diye sordu o sevecen sesiyle. Annem duygularını pek belli etmezdi. Oysa teyzem öyle değildi. Duygularını hemen açık ederdi. Şimdi de yine öyle yapmış, tüm sıcaklığıyla beni kucağına alarak eğlencenin olduğu odaya götürmüştü. Orada ilk gözüme çarpan, ablamın giymiş olduğu pembe, simleri olan o güzel elbisesi olmuştu. Ablam alçak bir yere oturmuş, bir de bağdaş kurmuştu. O an anlamıştım ki ablam gelin olmuştu. Ancak bu gelinin başında duvağı yoktu. Daha sonra ablamın o gece nişanlandığını öğrenecektim.

Burası, yoksulluğun, cahilliğin, duvarlarından okunduğu bir evdi. Daha yeni yapılmıştı. Ne sıvası ne de badanası vardı bu evin. Duvardaki tuğlaların çukurları yer yer seçilebiliyordu. Ancak odadaki bu sıcak, şenlikli hava, duvardaki bu oyukları zaman zaman görünmez kılıyordu. Odadaki bütün eşyalar kaldırılmış, yalnızca duvar diplerine tahta sandalyeler sıralanmıştı. Tüm akrabalar buradaydı. Teyzeler, halalar, yengeler, onların çocukları, genç kadınların kucaklarındaki bebekleri; hepsi, herkes gelmişti. Elektriğin bazı evlere uğramadığı zamanlardı. Benim daha önce uyumuş olduğum odanın tersine, burası lükslerle gaz lambalarıyla gündüz gibi aydınlatılmıştı. O günler, bakır güğümün bir darbuka gibi çalındığı, kadınların vazgeçilmez tek eğlencesi olduğu günlerdi.

Bu tür eğlenceler yalnızca düğünlerde, nişanlarda olmazdı. Televizyonun, bilgisayarın olmadığı, pikabın, gramofonun revaçta olduğu 1960’ların tam da küçük ikramiyelerle mutlu olma zamanlarıydı.

Ritim, alkışlar bütün coşkusuyla devam ediyordu. Alkışlar duyguların diliydi, coşkunun diliydi. Dahası, neşeye, eğlenceye, birlik olmaya çağrıydı. Alkışı duyan ve görenler, oyuna kalkıyor, bu oyun alanında adeta bir bütün oluyorlardı.

O günlerde düğünler de muhabbetler de başkaydı. Herkeste, her şeyde bir içtenlik, bir güzellik vardı. Yapılan komşuluklar, ziyaretler hep bir eğlence, düğün tadında olurdu. Birkaç kadın herhangi bir evde toplanmaya görsün; ellere geçirilen yuvarlak bir tepsi veya bakır bir

güğüm, eğlencenin başlamasına yeterdi. Ardından da maniler, koro halinde söylenen türküler gelirdi tabii. Alkışlarsa bu coşkuyu güçlendiren, adeta bütünleştiren sözsüz bir dildi.

Güğümler, tepsiler, dahası kazanlar, bir zamanlar evlerin büyük mutfaklarına kurulan kuzine sobaların birer aksesuarı gibiydi. Bunlar, ev işlerinde kullanıldıkları yetmez gibi, eğlence aracıydılar da üstelik. Tüm bunlara başkalarını da eklemek olasıydı. Örneğin, sobalardan yuvarlak kulplu mangallara kürekle çekilen közler üzerine oturtulan üçayaklı sacayağı, onun da üzerine konan çaydanlık ya da demir maşa. Bu maşa ki kimi zaman üzerinde ekmekler kızartılırken kimi zamansa küllenmeye yüz tutmuş közü eşelemekte kullanılırdı.

O günler çok gerilerde kalmıştı artık. Ne ben o küçük kızdım ne de eğlenceyi ta sokaklara taşıran o evler var şimdi!

O günler mi, bu günler mi diye sorsalar; ne diyeceğimi bilemem. Teknolojinin getirdiklerine mi sevineyim, yoksa bizden götürdüklerine mi hayıflanayım? Siz olsaydınız ne düşünür ne derdiniz?

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.