sulesepin06@gmail.com
Bir masada oturmuş, ciddiyetle önündeki kağıtları inceliyor. Kısa, koyu kahverengi, küt saçları, vişne çürüğü uzun kollu, çizgili bir kazağı var.
Bir sanat eseri, metal telden yapılmış bir iskelet üzerine yerleştirilmiş kil parçalarından oluşuyor. Üst kısımda, tel iskeletin üzerinde bir yüz şekli var ve bu yüzün üst kısmından dallar gibi uzanan kil parçaları çıkıyor. Alt kısımda, mavi ve turuncu renklerde kil parçaları, eserin tabanını oluşturuyor. Eser, ahşap bir yüzey üzerinde sergileniyor.

Şule: Sevgili Umudun Kadınları izleyicilerimiz, Arı Kovanı köşemizin bu ayki konuğu, bir çoğunuzun şiirlerinden, yazılarından ve öykülerinden dergimiz aracılığıyla tanıdığınız ve bazılarınızın da ‘İsimsiz Hikayeler’ web sitesinden tanıdığınız Eylem Yurtsever ile birlikteyiz. Kendisiyle bir dizi röportaj gerçekleştireceğiz. Çünkü çok yönlü bir arkadaşımız. Kendisi böyle söylemiyor ama siz de bu söyleşileri izlerken farkında olacaksınız. Önce heykelcilik kısmını konuşacağız. Başka bir bölümde de yazma, bilgisayar deneyimlerini konuşacağız. Hoş geldin Eylem. Seni kısaca tanıttım ama sen yine de geçmişini anlat istersen.



Eylem: Kendimi bildim bileli yazıyorum. Beni tanıtacak en önemli şey, yazıyor oluşum. Çünkü bazı insanların hayatta önem verdikleri şeyler olur. 34 yaşındayım. Şu an bir kamu kuruluşunda çalışıyorum. Eskişehir’e yeni taşındım. Şu ana kadar üç kitabım çıktı. Bir ara davul, bateri çalıyordum. Sonra bıraktım.



Şule: Görme durumun nasıl:



Eylem: Hiç görmüyorum. Belli bir oranda duyma kaybım da vardı. Hala var ama sorun çoğunlukla giderildi.



Şule: Körler Okulu geçmişin var mı?



Eylem: ilkokulu körler okulunda, liseyi de normal okulda okudum. Üç üniversite kazandım. Belli bir derecede okudum ama hiçbirini bitiremedim. Bir tanesi, Ege Üniversitesi Radyo Televizyon ve Sinemaydı, onu bir yıl okudum. Ardından İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne girdim. Orada iki yıl okudum. İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği Dramatoloji bölümünün yetenek sınavını kazandım. Bu bölümü okumayı çok istiyordum. Bazı sıkıntılar nedeniyle okuyamadım. İstemeyerek bırakmak zorunda kaldım. Diğerlerini kendi isteğimle bıraktım.



Şule: Çok ilginç olan üç sanat bölümüne girmişsin. Kendi isteğinle bıraktığın bölümler yeterince sarmadı mı?



Eylem: Evet sarmadı. Bir şeyi sevmeyince, bir de gereklilik yoksa onun üzerinde devam etmenin anlamsız olduğunu düşünüyorum. Zaten belli bir ömrümüz var. Mutsuz ederse, onların zorunluluk olmaktan çok işkence olacağını düşünüyorum. Radyo televizyon çok görseldi. Edebiyatla uğraşmak ve edebiyatla uğraşmayı seyretmek arasında kıldan ince kılıçtan keskin bir fark var. Edebiyat bölümünde, edebiyatla uğraşanları seyrettiğimi anladım. Bir cümle, bir harf bile yazmamıştım. Çok mükemmeliyetçi öğretim üyelerinin elinde yetiştim. Bu da benim yaratım sürecime zarar verdi. İyi gelmeyince ben de bıraktım. Açıkçası hiç pişman değilim.



Şule: Bırakmayı istemeyip de bırakmak zorunda kaldığın bölümle ilgili sakıncası yoksa düşüncelerini paylaşabilir misin?



Eylem: Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramatoloji bölümü muhteşem bir bölüm. İlkokul 4. sınıfta tiyatroya gitmiştim ve tiyatro öğretmenimin teşvikiyle yazmaya başlamıştım. Daha önce yazıyordum ama teşvik çok önemli. Annem 3-4 yaşımdan beri beni sürekli tiyatroya götürürdü. Annem de 15 yıl boyunca belediyenin oluşturduğu Kadın Merkezinde gönüllü olarak tiyatro yapmıştı. Kendisi sevdiği için bana bulaştırdı, ben de sevdim. Doğaçlamalar dışında tiyatro yapmayı hiç istemiyordum. Çünkü doğaçlamada yaratma özgürlüğü var. Bu alanda başarılıydım. Yaratma özgürlüğünün olmadığı hiçbir yerde barınamadım. Beni ben yapan, her zaman yaratmak oldu. Tiyatro eleştirmenliği yapmak için tiyatroyu tanımak gerekiyordu. Dramatoloji tiyatronun a,b,c’sidir. İdarecim tarafından engellendim. Yıllık izinlerimi kullanarak okula gidiyordum. Haftada sadece bir gün okula gidebiliyordum. İki derse girebiliyordum ve haftada iki derste 6 kitap okuyorduk. Bu hiç kolay değildi. Her anından zevk aldım. O bölümün de bazı eksiklikleri vardı ama bunun için yorgan yakmaya gerek yoktu. Ben yakmasam da o yorgan yandı ve okulu bırakmak zorunda kaldım.



Şule: Gerçekten çok anlayışsız bir idarecinin eline düşmüşsün. Hem okuyup hem de işleri yapabilirmişsin. Çok büyük bir talihsizlik olmuş.



Eylem: Hiç iş de vermiyordu bu arada.



Şule: Biraz da heykel yapmakla ilgili konuşalım. Heykelcilik merakın nasıl başladı?



Eylem: Annem hayatımın çok önemli bir yerine sahiptir. Çocuklukta her şeye dokunmamı sağlardı. Kipa alışveriş merkezi vardı ve bizim için çok büyük bir özgürlüktü. Çünkü her şeye dokunabiliyorduk. İlk Şok, Migros gibi yerlerin açıldığı zamanlardı doksanlı yıllardı. 



Annem beni Kipa’ya götürür, market arabalarına bindirirdi. Bana ilginç olan, merak ettiğim heykel, biblo, şekerlik ve tepsi, tuhaf olan ve olmayan ne varsa; her şeyi gösterirdi. Bazen dükkânlara gider ve kovulurduk. Hiç üzerimize alınmazdık. Çok otçul bir çocuktum. Yolda çiçeklere, dokunma fırsatımın olduğu her şeye dokunurdum. Ellerim her yerdeydi. Hatta akrabalarımın yüzlerine dokunurmuşum. Çocuk olduğum için hiç rahatsız olmazlarmış. İnsanları dokunarak hipnotize edermişim. Bana günlerini anlatırlarmış. Çok soru sorarmışım. Anneannem sorularım karşısında ya sabır çekermiş ve bu kez son soru olmasını dilermiş. Gülerek anlatıyorlar bunları. Sorularımla insanları delirtirmişim. Dokunduğum zaman beynimde bir görsel hafıza açılıyor. Bir kör olarak görsel hafızam çok güçlüdür. Kabartma yazıyı hep görsel olarak, fotoğraf çekmişim gibi hatırlarım. En çok kullandığın, en çok gelişir. Dokunsal özelliğimi çok kullandığım için bir şeyler yapmak istedim. Okulda modelaj hocamız sürekli beceriksiz olduğumu söylerdi. Her adımında, dakikada bir bu sözcüğü sarfederdi. Gerçekten hiç abartmıyorum. Sonunda beceriksiz olduğuma inandım. Annem veli toplantısında durumumu sormuş. Herkesten önce benim nesneleri tanıdığımı söylemiş. Şımartmamak için mi, psikolojisini bilmiyorum ama beceriksiz lafı asılsızmış. Sonra lisede de dahi olduğum söylendi. Resim dersinde insanlar boya ve kalemle resim yapıyorlardı doğal olarak. Beceriksiz olduğuma inansam da canım sıkılmasın diye kil götürüyordum. Resim hocası da tabiri caizse her yaptığıma tapıyordu. Hamuru sıksam, abartılı bir şekilde çok güzel olduğunu söylüyordu. Beceriksizlik ve çok beğeni arasında kalmaya anlam veremedim bir türlü. Sonra bir arkadaşım tavsiye ettiği bir kitabı bana CD’deokudu. Buna o kadar mutlu oldum ki ona bir şey yapma bir ihtiyaç halini aldı. Bir şey yapmalıyım ama karşılık gibi olmamalı. Tamamen ruhumdan dökülen bir şey olmalı. Bir gün kazara yaptığım bir kaplumbağa beceriksiz olduğumu düşünen hocam tarafından dolaba alınmıştı. Her şeyimi beğenen hocam da kaplumbağamı beğenmişti. Ben de güzel kaplumbağa yapacağımı düşündüm. Kaplumbağayı iyi bilirim çünkü büyüdüğüm evde kara kaplumbağası vardı. Her kış uykusu çıkışı evcil bir hayvan olmamasına rağmen çok ilginç bir şekilde beni ziyaret ederdi. Yanıma geldiğinde onu okşardım, selamlaşırdık sanki. Hayvanlarla her zaman çok ilginç bir bağım olmuştur. Canlı olarak gördüğüm gibi, başka yerlerde de incelemiştim kaplumbağayı. Arkadaşıma öyle bir kaplumbağa yapmalıydım ki onun kişiliğini yansıtmalıydı. Seramik atölyesi aramaya başladım. Tesadüfen heykellerini bronz döküm şeklinde yaptıran doktor olan bir insana rastladım. Bana muma benzeyen bir sabun kalıbı verdi ve benim aynısından yapmamı istedi. Bunu yumuşatamıyorum bile nasıl yapacağım? “Elinin ısısıyla bu yumuşayacak. Sen bunu şekillendireceksin. Bunu dökümcüye götüreceğiz. Dökümcüden bronz halinde çıkacak. Bu kalıcı bir şey olacak.” dedi. Seramiği boş verdim ve arkadaşıma bronz bir heykel yaptırmak istedim. Arkadaşımın mizah yeteneği güçlüdür. Şaka yaparcasına poz veren ve son derece enerjik bir kaplumbağa yapmaya çalıştım. Dökümcü, “Bunu sana ücretsiz yapacağım ama sen de bunun aynısını bana yapacaksın” dedi. Kör olduğum için değildi. Gerçekten beğendiğini anladım bu söylemiyle. Heykel girişimim böylece başladı. Arkadaşımınatölyesinde çalıştım, mermer oydum. Hayatımda en çok istediğim şeylerden biri de ahşap oymaktı ve ahşap da oydum.Sözde sevgili arkadaşım bana şaka yapmıştı. Falçatayla ahşap oymamı söylemişti. Her tarafım feci kesiklerle dolmuştu. Hatta ellerimde iz vardır. Kestiğimi söyledikten ve gösterdikten sonra bana “Sana şaka yaptım” demişti. Merakı tiye almak da işte böyle oluyor. Bu da hiç iyi bir şey değil. Ben de onu ciddiye almıştım. Neyse bir şekilde gayet iyi çalışarak bir ahşap, bir mermer heykel de yaptım. Herkese anlatıyorum, hayatımda en çok hoşuma giden ve benim en çok mutlu olduğum anılarımdan birini. Bir tane heykel yaptım ama yapımı aylarca sürdü. Gece saat 4’te kalkıp heykelin üzerinde düzeltmeler yaptığımı, defalarca bozulduğunu ve yeniden düzelttiğimi biliyorum. Ben o heykeli bana bronz heykel yapmayı öğreten hocaya götürdüm. Derneğimizin bir odasında oturduk. Yarım saat odayı kullanmak için izin istedik ve onlar da izin verdiler. Heykeli bayağı alengirli sarıp ayakkabı kutusuna koymuşum. Heykeli çıkardım. Hoca beni eleştirdi ama yaptığım o heykelle ilgili değil. Heykel kerevetinde yatan bir kraliçe misali duruyordu. Derken içeri bir hanımefendi girdi. Dergi toplantısı yapacaklarını ve birkaç dakika içerisinde odayı boşaltmamız gerektiğini söyledi. Biz de “Peki” dedik. Ayağında topuklu ayakkabı vardı. Tam gidecekti, ayağını sürüdü, birden fren yapıp baktı. Ben neye baktığını anlamadım. Hocam da benim yaptığımı söyledi. “Çok güzel yapmışsınız, gerçekten çok güzel olmuş” dedi. Görmeyen insanların yaptığı beğenilmese de beklenti çok düşük olduğu için harika olduğu söylenir. Bu da görmeyenler tarafından anlaşılır. Ama bu öyle değildi. Gerçekten beğenmişti. Çok uzun açıkladı. Tam biz çıkarken iki beyefendiyi getirdi. “Heykelinizi arkadaşlarıma gösterebilir miyim?” dedi. Bana bakmadılar bile, odak ben değildim. Bu benim için en büyük mutluluk kaynağıydı. Elimi o kadar saygıyla sıktılar ki “Evet ben gerçekten yapmışım bu işi” dedim ve çok mutlu oldum. Zaten heykelimin çok güzel olduğunu gösteren başka bir kriter de heykelin çalınmış olmasıydı. Bir usta tarafından çalındı ve bir daha da gelmedi.



Şule: Şu an heykel yapmaya devam ediyor musun? Bir sanat galerisinde misin?



Eylem: Bir arkadaşın atölyesini kullanıyordum İstanbul’dayken. Yumurta hamurundan, çimentodan, bir sürü malzeme kullanarak bayağı fazla heykel yapmıştım. Arkadaşım ilginç bir şekilde benimle konuşmamaya başladı. Nedenini de bilmiyorum. Heykellerin hepsi orada kaldı. Elimde sadece mermerden oyduğum heykel var. Sergi yapacaktım, araya kovid girdi. Kulağımı ameliyat eden doktora, eli iki kulak kepçesini tutan tepsi gibi bir heykel yaptım. Terapistime, kitap okuyan bir kaplumbağa yapıp hediye ettim. Yaptıklarımdan küçük hediyeler vermek benim için çok zevkli.



Şule: Gururla dinliyorum. Gerçekten çok başarılı, mutlaka devam etmesi gereken bir süreç olduğunu düşündüm.



Eylem: Eskişehir’e adapte olduktan sonra devam etmeyi düşünüyorum.



Şule: Eskişehir, sana daha çok olanak sunan bir şehir. Biz de o sergiyi zevkle ziyaret etmek isteriz. Bu yönünün tanıtılması çok önemliydi.



06 Ağustos 2024

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.