YAZAN: Emine KAMÇI
Doğrusunu isterseniz, yazmaya oturduğumda neleri konu edeceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bu arada arkadaşlarımla telefon görüşmeleri yapmış, bu kaygılarımdan onlara söz etmiştim. Arkadaşlarımdan biri baharı yazmamı, onların getirdiklerini anlatmamı söyledi. Bir diğeriyse, ‘Onca zaman gezdin, tozdun, gittin, geldin; anlatacak bir şeylerin yok mu?’ dedi.
Ben de bu önerilerin bir karışımı olarak şunları yazmaya karar verdim.
Ancak bir sorun vardı; gezi sırasında yaşadıklarım bir an gözümde canlanıyor, ben ilk tümceyi tamamlayana dek gerisini unutuyordum. Gerçi bazı notlar almıştım almasına da yetersizdi. Yine de unutmayı göze alarak bilgisayarımın başına oturdum. Sonunda ölüm yoktu ya, eğer toparlayamazsan vazgeçmesini de bilirdim elbet.
Sırasıyla Eskişehir, Ankara ve İstanbul’a gitmeyi planlıyordum. Uzun zamandır İzmir dışına çıkmamıştım ve bunu da çok arzu ettiğim söylenemezdi. Son zamanlarda bir üşengeçlik, bir tembellik gelip oturmuştu üzerime. Bu planımı biraz daha erteleyecek olursam, gitmekten tamamen vazgeçebilirdim. Diğer yandan da rutin şeyleri yapmaktan çok sıkılmıştım. Bu yüzden bana bir yenilik, bir tazelenme son derece gerekliydi. Bunu önceki deneyimlerimden çok iyi biliyordum. Değişik yerlere, değişik ortamlara gidince kendimi tazelenmiş ve farkındalığım artmış duyumsuyordum.
Zaman kaybetmeden biletlerimi aldım ve 21 Mart akşamı Eskişehir trenine bindim. Oldum olası tren yolculuğunu severim. Yerimden kalkıp restorana kadar da olsa yürümek hoşuma giderdi. Ancak bu kez öyle olmadı. Restorana yaklaşırken oranın faaliyette olmadığı söylendi. Bu ne kadar doğru bilmiyordum ama hayal kırıklığına uğrayarak geri döndüm.
Geçtiğim vagonlar genel anlamda sessizdi. Yolcuların bazıları uyanıktı. Görme engelli olduğumu fark edenler, yardım isteyip istemediğimi soruyorlardı. Bunlar kibar kişilerdi. Bazıları gibi paldır küldür kolumuza yapışıp ne istediğimizi bilmeden gelişigüzel bizi sürüklemiyorlardı.
Gecemin iyi geçtiğini söyleyemeyeceğim. Bir yandan vagonda uyuyan adamın boğulurcasına horlaması, diğer yandan sık sık yapılan anonslar uykumu kaçırmaya yetmişti. Özellikle adamcağızın horlama şekli beni çok endişelendirmişti. Uykumu bir yana bırakmış, adamın soluklarını takip eder olmuştum. Sık sık soluğu kesiliyor, bir süre soluksuz kaldıktan ve derin bir hıçkırık sesinden sonra solukları normale dönüyordu ama bu durum sabaha dek böyle sürdü.
Eskişehir beni buz gibi havasıyla karşıladı fakat sonraki günler sıcaklık yükselmişti.
İlk gün arkadaşımla değişik bir şey yapmak düşüncesiyle evden çıktık. Gitmek için yer araştırırken Şelale diye bir yer olduğunu öğrendik. Hiç zaman kaybetmeden bir taksiye atladık ve bir tepeye vardık. Oldukça sakin bir yerdi. Taksi şoförünün önerisiyle hemen önümüzdeki yokuştan inmeye başladık. Yokuşun bitiminde bir çay bahçesi vardı. Ne istediğimizi soran garsona, Şelale’yi aradığımızı söyledik. Adam, ‘Şelale burada ama henüz mevsimi gelmedi; açık değil!’ dedi. Benim için bir hayal kırıklığı daha. Her neyse, kafeye gelmişken ‘bari birer çay içelim,’ dedik. Ortamın dinginliği hoşumuza gitmişti.
Alın size bir fiyasko daha. Çaylar bir önceki günden kalmış gibiydi. Sonradan öğrendiğimize göre buranın adı Şahin Tepesi’ ymiş. Bunca olumsuzluğa karşın bari bir şahin olsaydı da onca yolu geldiğimize değseydi. Çaresiz, garsona yolu sorarak kalktık. İndiğimiz yokuşun devamında merdivenlerin olduğunu, sonrasında da caddeye ulaşacağımızı söyledi. Caddeye çıkmadan bir demir kapının da bulunduğunu belirtti.
Merdivenleri inmeye başladık. Yokuş merdivenlere, merdivenler de yokuşa bağlanıyordu. Yollarda hiç kimse yoktu. İn cin top oynuyordu. Sağımızda ve solumuzda çam ağaçları, tepemizde saksağanlar eşliğinde aşağılara doğru ilerliyorduk. Zorlu bir iniş olmasına karşın, biz bundan müthiş keyif duyuyorduk.
Sonunda sanırım garsonun kapı dediği demir parmaklıklı yere gelmiştik ama kapıyı bir türlü bulamıyorduk. İkimiz de görme engelli olduğumuz için Epey bir araştırmadan sonra kapıyı bulduk ve caddeye çıktık. Bize otobüs durağının sol tarafta olduğu söylenmişti. Tam o yana yürümeye çalışırken önümüzde bir araç durdu ve bir kadın gideceğimiz yeri öğrenince götürmeyi önerdi. Kadının sesi bize güven verince hemen otomobile atladık.
İkinci gün hava daha da sıcaktı. Eski arkadaşlarımızla buluşmak düşüncesiyle evden çıktık. Şehrin merkezinde bizi bekliyorlardı. Akşama dek söyleştik, eski anıları deştik. Günün sonunda keyifli bir şekilde evlerimize dağıldık.
Ertesi sabah Ankara’ya geçtim. Yine eski arkadaşlar, keyifli muhabbetler derken dördüncü günün sonunda İstanbul’a hareket ettim.
Şunu söylemeliyim ki Nisan ayı bana hiç de iyi davranmadı. İnce giysilerle geldiğim bu şehirde kalın montlar giymek zorunda kalmıştım. Öyle ki bir akşamüstü sulu kar bile yağmıştı.
Yaklaşık iki hafta boyunca akrabalarımla, ahbaplarımla kaliteli beraberlikler geçirdim.
Bir gün İstanbul Bakırköy’de dolaşırken belediyenin sosyal tesislerinden birine oturduğumuzda dikkatimi bir şey çekti. Miktarını şu an anımsamıyorum ama cüz’i bir öğrenci menüsüne tanık oldum. Bu, iyi bir şeydi; öğrenciler adına sevindim tabii. Diğer yandan sokakta satılan bir simit yirmi liraydı. Bir simit sarayındaki fiyatı varın siz düşünün artık.
Aynı gün akşama doğru dinlenme amaçlı güneşin son ışıklarının vurduğu bir çay bahçesine oturduk. Sıradan bir yer olmasına karşın, çayı taze ve lezzetliydi. Bu bahçenin bir artısı daha vardı ki o da masamızı gölgeleyen akasya ağacıydı. Üstelik diğer kafeden daha sessiz ve dingindi.
Evet, her şey güzel olmaya güzeldi; ne var ki evimi de çok özlemiştim. Tazelenmek ve havamın değişmesi için bu kadarı bana yetmişti.
Eve döndüğüm gün, adeta İzmir’e yaz gelmişti. Bu da yapmış olduğum gezinin sonuçlarından biriydi.
Eve gelir gelmez soluğu balkonumda aldım. Onca gezip tozmak bana evimi özletmiş, iş yapma isteğimi artırmış, tanık olduğum her şey gözüme daha bir güzel görünür olmuştu. Sonuç olarak gezi, sınavı kazanmış, beni iyileştirmişti. Evet, balkonuma da bahar gelmiş, öte bile geçmişti. Tüm bitkilere ayrı ayrı dokundum ve kurumuş olanları bir bir temizledim. Ardından, diplerini havalandırarak onları güzelce suladım. Aralarında bana armağan olarak gelen bir de karanfil vardı. En çok da onun ölmediğine sevinmiştim. Gitmeden önce dikmiş olduğum soğanlar da çok uzamıştı. Büyük bir hevesle büyümüş yapraklarından keserek topladım. Tam da salatalık olmuşlardı. Naneler boy atmıştı; kokuları davetkârdı. Çiçeklerim büyüyor, güzelliklerine güzellik katıyorlardı. Çevredeki martı, karga, kumru gibi çeşitli kuşlar kanat çırpışlarıyla, ötüşleriyle doğanın uyanmasına katkı sunuyordu. Doğanın tüm bu cömertliği, günümüzde yaşanılan onca adaletsizliğe, haksızlığa karşın, ayakta kalma, dayanma nedenimizdi bana göre. Yine bana göre, doğayı seven, insanları da severdi ve adalete inanır, haksızlığa boyun eğmez, aydınlık bir geleceğin savaşını verirdi.
Umutla kalın.
Doğrusunu isterseniz, yazmaya oturduğumda neleri konu edeceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bu arada arkadaşlarımla telefon görüşmeleri yapmış, bu kaygılarımdan onlara söz etmiştim. Arkadaşlarımdan biri baharı yazmamı, onların getirdiklerini anlatmamı söyledi. Bir diğeriyse, ‘Onca zaman gezdin, tozdun, gittin, geldin; anlatacak bir şeylerin yok mu?’ dedi.
Ben de bu önerilerin bir karışımı olarak şunları yazmaya karar verdim.
Ancak bir sorun vardı; gezi sırasında yaşadıklarım bir an gözümde canlanıyor, ben ilk tümceyi tamamlayana dek gerisini unutuyordum. Gerçi bazı notlar almıştım almasına da yetersizdi. Yine de unutmayı göze alarak bilgisayarımın başına oturdum. Sonunda ölüm yoktu ya, eğer toparlayamazsan vazgeçmesini de bilirdim elbet.
Sırasıyla Eskişehir, Ankara ve İstanbul’a gitmeyi planlıyordum. Uzun zamandır İzmir dışına çıkmamıştım ve bunu da çok arzu ettiğim söylenemezdi. Son zamanlarda bir üşengeçlik, bir tembellik gelip oturmuştu üzerime. Bu planımı biraz daha erteleyecek olursam, gitmekten tamamen vazgeçebilirdim. Diğer yandan da rutin şeyleri yapmaktan çok sıkılmıştım. Bu yüzden bana bir yenilik, bir tazelenme son derece gerekliydi. Bunu önceki deneyimlerimden çok iyi biliyordum. Değişik yerlere, değişik ortamlara gidince kendimi tazelenmiş ve farkındalığım artmış duyumsuyordum.
Zaman kaybetmeden biletlerimi aldım ve 21 Mart akşamı Eskişehir trenine bindim. Oldum olası tren yolculuğunu severim. Yerimden kalkıp restorana kadar da olsa yürümek hoşuma giderdi. Ancak bu kez öyle olmadı. Restorana yaklaşırken oranın faaliyette olmadığı söylendi. Bu ne kadar doğru bilmiyordum ama hayal kırıklığına uğrayarak geri döndüm.
Geçtiğim vagonlar genel anlamda sessizdi. Yolcuların bazıları uyanıktı. Görme engelli olduğumu fark edenler, yardım isteyip istemediğimi soruyorlardı. Bunlar kibar kişilerdi. Bazıları gibi paldır küldür kolumuza yapışıp ne istediğimizi bilmeden gelişigüzel bizi sürüklemiyorlardı.
Gecemin iyi geçtiğini söyleyemeyeceğim. Bir yandan vagonda uyuyan adamın boğulurcasına horlaması, diğer yandan sık sık yapılan anonslar uykumu kaçırmaya yetmişti. Özellikle adamcağızın horlama şekli beni çok endişelendirmişti. Uykumu bir yana bırakmış, adamın soluklarını takip eder olmuştum. Sık sık soluğu kesiliyor, bir süre soluksuz kaldıktan ve derin bir hıçkırık sesinden sonra solukları normale dönüyordu ama bu durum sabaha dek böyle sürdü.
Eskişehir beni buz gibi havasıyla karşıladı fakat sonraki günler sıcaklık yükselmişti.
İlk gün arkadaşımla değişik bir şey yapmak düşüncesiyle evden çıktık. Gitmek için yer araştırırken Şelale diye bir yer olduğunu öğrendik. Hiç zaman kaybetmeden bir taksiye atladık ve bir tepeye vardık. Oldukça sakin bir yerdi. Taksi şoförünün önerisiyle hemen önümüzdeki yokuştan inmeye başladık. Yokuşun bitiminde bir çay bahçesi vardı. Ne istediğimizi soran garsona, Şelale’yi aradığımızı söyledik. Adam, ‘Şelale burada ama henüz mevsimi gelmedi; açık değil!’ dedi. Benim için bir hayal kırıklığı daha. Her neyse, kafeye gelmişken ‘bari birer çay içelim,’ dedik. Ortamın dinginliği hoşumuza gitmişti.
Alın size bir fiyasko daha. Çaylar bir önceki günden kalmış gibiydi. Sonradan öğrendiğimize göre buranın adı Şahin Tepesi’ ymiş. Bunca olumsuzluğa karşın bari bir şahin olsaydı da onca yolu geldiğimize değseydi. Çaresiz, garsona yolu sorarak kalktık. İndiğimiz yokuşun devamında merdivenlerin olduğunu, sonrasında da caddeye ulaşacağımızı söyledi. Caddeye çıkmadan bir demir kapının da bulunduğunu belirtti.
Merdivenleri inmeye başladık. Yokuş merdivenlere, merdivenler de yokuşa bağlanıyordu. Yollarda hiç kimse yoktu. İn cin top oynuyordu. Sağımızda ve solumuzda çam ağaçları, tepemizde saksağanlar eşliğinde aşağılara doğru ilerliyorduk. Zorlu bir iniş olmasına karşın, biz bundan müthiş keyif duyuyorduk.
Sonunda sanırım garsonun kapı dediği demir parmaklıklı yere gelmiştik ama kapıyı bir türlü bulamıyorduk. İkimiz de görme engelli olduğumuz için Epey bir araştırmadan sonra kapıyı bulduk ve caddeye çıktık. Bize otobüs durağının sol tarafta olduğu söylenmişti. Tam o yana yürümeye çalışırken önümüzde bir araç durdu ve bir kadın gideceğimiz yeri öğrenince götürmeyi önerdi. Kadının sesi bize güven verince hemen otomobile atladık.
İkinci gün hava daha da sıcaktı. Eski arkadaşlarımızla buluşmak düşüncesiyle evden çıktık. Şehrin merkezinde bizi bekliyorlardı. Akşama dek söyleştik, eski anıları deştik. Günün sonunda keyifli bir şekilde evlerimize dağıldık.
Ertesi sabah Ankara’ya geçtim. Yine eski arkadaşlar, keyifli muhabbetler derken dördüncü günün sonunda İstanbul’a hareket ettim.
Şunu söylemeliyim ki Nisan ayı bana hiç de iyi davranmadı. İnce giysilerle geldiğim bu şehirde kalın montlar giymek zorunda kalmıştım. Öyle ki bir akşamüstü sulu kar bile yağmıştı.
Yaklaşık iki hafta boyunca akrabalarımla, ahbaplarımla kaliteli beraberlikler geçirdim.
Bir gün İstanbul Bakırköy’de dolaşırken belediyenin sosyal tesislerinden birine oturduğumuzda dikkatimi bir şey çekti. Miktarını şu an anımsamıyorum ama cüz’i bir öğrenci menüsüne tanık oldum. Bu, iyi bir şeydi; öğrenciler adına sevindim tabii. Diğer yandan sokakta satılan bir simit yirmi liraydı. Bir simit sarayındaki fiyatı varın siz düşünün artık.
Aynı gün akşama doğru dinlenme amaçlı güneşin son ışıklarının vurduğu bir çay bahçesine oturduk. Sıradan bir yer olmasına karşın, çayı taze ve lezzetliydi. Bu bahçenin bir artısı daha vardı ki o da masamızı gölgeleyen akasya ağacıydı. Üstelik diğer kafeden daha sessiz ve dingindi.
Evet, her şey güzel olmaya güzeldi; ne var ki evimi de çok özlemiştim. Tazelenmek ve havamın değişmesi için bu kadarı bana yetmişti.
Eve döndüğüm gün, adeta İzmir’e yaz gelmişti. Bu da yapmış olduğum gezinin sonuçlarından biriydi.
Eve gelir gelmez soluğu balkonumda aldım. Onca gezip tozmak bana evimi özletmiş, iş yapma isteğimi artırmış, tanık olduğum her şey gözüme daha bir güzel görünür olmuştu. Sonuç olarak gezi, sınavı kazanmış, beni iyileştirmişti. Evet, balkonuma da bahar gelmiş, öte bile geçmişti. Tüm bitkilere ayrı ayrı dokundum ve kurumuş olanları bir bir temizledim. Ardından, diplerini havalandırarak onları güzelce suladım. Aralarında bana armağan olarak gelen bir de karanfil vardı. En çok da onun ölmediğine sevinmiştim. Gitmeden önce dikmiş olduğum soğanlar da çok uzamıştı. Büyük bir hevesle büyümüş yapraklarından keserek topladım. Tam da salatalık olmuşlardı. Naneler boy atmıştı; kokuları davetkârdı. Çiçeklerim büyüyor, güzelliklerine güzellik katıyorlardı. Çevredeki martı, karga, kumru gibi çeşitli kuşlar kanat çırpışlarıyla, ötüşleriyle doğanın uyanmasına katkı sunuyordu. Doğanın tüm bu cömertliği, günümüzde yaşanılan onca adaletsizliğe, haksızlığa karşın, ayakta kalma, dayanma nedenimizdi bana göre. Yine bana göre, doğayı seven, insanları da severdi ve adalete inanır, haksızlığa boyun eğmez, aydınlık bir geleceğin savaşını verirdi.
Umutla kalın.
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.