Ben annemin karnından bebek olarak değil, kadın olarak doğmuşum, iki kilo yedi yüz elli gram ağırlığında, kırk sekiz santimetre boyunda bir kadın. Ne annem ne babam ne ninem ne de dedem isim koymak istemişler bana. Ebeme demişler, “bacım sen koyuver bir isim” diye. Kucağına almış beni ebem, öpüp koklamış, “gül kokulu bebeğim” demiş, “gül bahçesi gibi olsun ömrün, senin ismin Gülistan olsun” demiş.
Annem sevişmek istemiş babamla yalnızca, babam da öyle. Sizin anlayacağınız, döl israfıyım. Döl israfı her kız çocuğu, dünyaya kadın olarak gelir. Bebekliğini bir iki gün,çocukluğunu ise en fazla üç beş gün yaşayıverir. Pek hoş geldiğim söylenemez dünyaya, ama gelmiş bulunmuşum.
Ben doğmaya yakın evlenmiş annemle babam. Ne güzel sevişiyorlarmış oysa, akıllarına evliliği ben sokmuşum.Annem demiş ailesine, “Hazır değilim evliliğe de anneliğe de.” Babam da demiş ailesine, “Bu ne lan şimdi, evlenmesek de çocuk doğduğunda onu direkt yuvaya mı versek?” “Çevrekınar.” demişler bizimkilere, “konu komşu ne der?” demişler. Doğrusu beni koruyup kollamak konusunda çok samimiymişler. Bir penisle bir vajina, doğduğum gün benim minicik kalbimin şirinliğini görmemişler.
Ay ne terbiyesizim değil mi, neler saçmalıyorum annemle babamla ilgili? Baktım sevileceğim yok, bağra basılacağım, kucakta güleceğim, uyuyacağım yok, bağışlayıverdim daha bebekken annemi de babamı da. Kendimin annesi babası olmaya karar verdim beş yaşında, kendimin ablası ve kardeşi. Evcilik oynardım tek başıma. Bütün aile bireyleri bendim. Anne, baba, abla, kardeş, hatta dayı, hala ve kuzen. Kalabalık bir aile yarattım kendi içimde. Oyunlarda düşlediğim ev tek odadan ibaretti. Küçücük bir odada beni çok seven koskocaman bir aile; anne kokusuydum, baba gülüşü, kardeş sıcaklığı ve daha nicesi.
Renkleri öğrenmeye başladım kendi kendime. Herkesin “Yeşil” dediğine, ben “Mint yeşili” diyordum, herkesin “Mavi” dediğine, “O mavi değil, buz mavisi tamam mı?” İlkokulda öğretmenim çağırdı beni yanına bir gün, “Gülistan” dedi bluzunu göstererek, “bluzum ne renk?” “Mercan kırmızısı” dedim, “ama Venedik kırmızısı bir bluz da yakışır size.” “Mercan kırmızısını nereden biliyorsun Gülistan?” diye sordu, “Venedik kırmızısını ilk senden duydum.” “En sevdiğim renklerden biri de İran kırmızısı” dedim gülümseyerek. “On yaşındasın Gülistan” dedi, “benim bilmediğim renkleri biliyorsun!” “Ben renkler içindekayboldum öğretmenim” dedim, “Renklerden başka kaybolacak bir yerim yok benim, renkler benim arkadaşım, canım ciğerim ve sığınağım.” “Kalbin rengarenk Gülistan” dedi, “Karbon siyahı” dedim, “Benim kalbim karbon siyahı,ama o siyahlığın içinde mandalina sarısı bile var, kimse görmüyor bunu” dedim. “Renklerinden öperim seni çocuk” dedi öğretmenim, beni usulca kalbimden öpüverdi.
Renklere tutundum ben ömrüm boyunca, tınılara, danslara. Kızılderili müzikleri dinledim ve Kızılderili burçlarına inandım. Ben 25 Ocak doğumluyum. Burcum kova değil, su samuru. Bir Kızılderili burcudur su samuru, en belirgin özelliklerinden biri de uzak ülkelere gitmeye eğilimli olmadır. Ben zaten kendim uzak bir ülkeyim kendi içimde. Keşfedilmeyi bekleyen doğal güzelliklerim ve yeraltı zenginliklerim var şefkat gibi, özgürlük gibi, aşk gibi. Şefkatten öte doğal güzellik mi var ayol, aşktan öte yeraltı zenginliği mi var? Aşk niye yeraltımda saklı bilir misiniz? Eli yüzü kömür karası bir madenci sabrında ve emeğinde bulunacağı için. Aşk paklamaz hiç kimseyi. Kirletir aşk, dağıtır, bölüp parçalar. Dağılan parçalarınızı yeniden bir araya getirdiğinizde, bütün parçaların renkleri daha inceliklidir artık ve siz o incelikli renkleri duyumsarsınız kendinizde. Sizinyeşil bildiğiniz parçanız fıstık yeşilidir mesela, pembe bildiğiniz parçanız fuşya rengi, mor bildiğiniz parçanız liladır. Aşk, bedeninizin ve ruhunuzun ayrıntısıdır, aşk ayrıntılarda saklıdır. Bunu bilmek size ne kazandırır bilir misiniz? Hiçbir şeyi dümdüz görmezsiniz, dümdüz duymaz, duyumsamaz, yorumlamazsınız. Kalbinizin ve ömrünüzün renkleri daha ayrı, daha nettir. Âşıkken yüzleşirsiniz kendinizle, kendinizle yüzleştikçe bütünleşirsiniz kalbinizle. Aşkın da bir matematiği vardır ve dört işleme dayanır. Kirletme, dağıtma, netleştirme ve bütünleştirme. Döl israfı bir kadının aşk tarifi böyledir işte.
Aşçılık yaptım yıllarca. Beş yıldızlı otellerde ya da lüks restoranlarda değil elbette, esnaf lokantalarında en çok. Tabldot menülerdeki pirinç pilavının soğukluğunda geçti yıllarım. Yalnızca aşçısı değildim esnaf lokantalarının. Garsonu, bulaşıkçısı, komisi ve valesi. Valelik de yaptım. Bana bakınca penisi donundan fırlayan ustaları karşıladım kapıda, karnını doyurduktan sonra tuvalette mastürbasyon yapan şoförleri uğurladım, yemek üzerine çay içerlerken birbirlerine belden aşağı fıkralar anlatan ameleleri acı bir gülüşle seyredip, onları kasasında taşıyan kamyonetleri de yıkadım. Erinmedim hiç. Erinmedim ama üzüldüm, çok üzüldüm emekçilerin emeğin değerinden bu kadar uzak düşmelerine, can kıymetini bilmemelerine, birbirlerini ötekileştirmelerine ve en başta kendilerine duymaları gereken saygıyı yitirmelerine. Güzel insanlar da tanıdım, ama biravuçtuk biz, ah, çok yalnızdık.
“Sen neler atlattın Gülistan, sen çok güçlüsün” diyor eş dost. Hep bu dayatılıyor biz kadınlara, güçlü olmak. Güçlü değilim oysa ben. Gözyaşım uluorta süzülür, kırılganlığım apaçık, incitilmişliğim ayan beyandır. Güçlü olmaktan kasıt kaskatı durmaksa, ben bunu beceremedim. Yol ortasında yürüyen bir salyangozu, ezilmesin diye canım benim,avuçlarıma alıp su kenarına bıraktım bir gün ve o salyangozun benim gözlerimin ta içine bakarak kana kana su içtiğini gördüğümde kana kana ağladım. Güçlü olmak buysa, evet, güçlüyüm ben. Bu bir güç belirtisi değilse, dünyanın en zayıf kadını olayım, razıyım. Döl israfı olmamın yanı sıra, bütün salyangozların, börtü böceğin ve tabiatın annesiyim. Anaçlık doğurmak değil, sevecenliktir, içine içine bastırmaktır can bildiğini. Annelikle kutsanır ya kadınlar, ben kendimi kadınlığımla kutsadım. Bir rüzgârgülü gibi düşünüyorum kendimi, üzerime esen rüzgârların ne yönden geldiğini biliyorum ve “hoş geldiniz” diyorum melteme de, kasırgaya da. “Benim gelişim hoş olmasa da dünyaya, hoş geldiniz kırk yamalı ömrüme sevgili rüzgârlar. Beni sevseniz de incitseniz de ben kadınlığımla var olacağım” diyorum.
Dans etmek istiyorum. Yaşıma başıma bakmıyorum dans ederken. Ne zaman incitilsem, ne zaman umutlansam, ne zaman hıçkırarak ağlasam ve mutlu olsam dans ettim hep. Sesimi bilmeyenler dans edişimi gördüler, sözcüklerimi duymayanlar figürlerimi seyrettiler, kalbimi anlamayanlar, benRoman havası oynarken de flamenko yaparken de beni alkışladılar.
Son dansıma başlamadan önce ebeme seslenmek istiyorum. Canım ebem, sana ulaşmak, sana sarılmak için ne çok mücadele ettim. Çok uzak bir şehirde, tam da emekli olacağın gün buldum seni çalıştığın hastanede. Yirmi altı yaşındaydım. Seni gösterdiler bana. “İsmimi sen koymuşsun, hem de gözlerin dolmuş bana seslenirken” dedim. “İsmin ne kızım?” diye sordun. “Gülistan” dedim. Dalıp gittin öyle. Sesin titredi konuşurken. Bir bebeğe, bir kelebeğe, bir rüzgârgülüne bakar gibi baktın bana sıcacık. “Hep ben sarıldım bebeklere gül kokulu bebeğim, rica etsem sarılır mısın bana?” dedin. “Bunun için buradayım bir tanem” dedim. Sımsıkı sarıldım sana. Ben ağladım, sen ağladın, emekliliğini kutlamak için yanı başında olan doktorlar, hemşireler, ebeler, hastabakıcılar ağladı. “Çocuğum sarılmadı bana böyle” dedin, hatırlıyor musun? “Annem sarılmadı bana böyle.” dedim.Sana sarılırken ilk kez gül bahçesi olduğumu duyumsadım, ilk kez böylesine kendim, böylesine Gülistan`dım.
Güzel ebem benim, umarım seni incitmediği gibi beni de incitmez toprak. Seksen yaşındayım ve yanına geleceğim yakında.
Ruhun havalansın da ruhumu sarıversin cancağızım. Eşlik eder misin bana bu dünyadaki son dansımda?
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.