YAZAN: Nimet ÖZGİZEP
**Babası Dikimevi'nde erkek terzisiydi; askerlere pantolon, ceket dikiyordu. Arkadaşları mı aklını çelmişti, nedendir, iş göremez raporu almış, tazminatını da alarak işten ayrılmıştı. Elindeki parayla büfe açmış, ama çok geçmeden onu da borçla kapatmıştı. “İçki arkadaşları ailesinden, çocuklarından daha mı önemli?” diye söyleniyordu anne. Bir akşam aldığı ceviz komodini sırtlamış eve getirirken, duvarda dayalı kalas yuvarlanmış ayağına düşmüştü. Birinci bacağını bir kaza sonucu kesmek zorunda kalmışlardı. Anne Akşam Kız Sanat Okulunu bitirmiş, evde dikiş dikiyordu. “Al kızım bunu ütüle 2,5 liramızı da al gel” diye seslendi ortancaya. “Yarına yemeklik alırsın”. Borç harç aldıkları Singer dikiş makinesi ekmek tekneleri olmuştu.
Baba erkek çocuklarına, anne kızlarına dikiyor; küçük kız “Ben de abiminki gibi düğmeli pantul istiyorum” diye ağlıyordu. “Kızlar yandan fermuarlı giyer, sana da öyle dikeceğim Pondik” dese de küçük kızı birtürlü ikna edemiyordu. Anne para yetmediğinden iş arar olmuştu. Makine ve Kimya Endüstri (MKE) fabrikasına terzi alınacağını duymuştu; ama nerede olduğunu bilmiyordu. Yolda sorduğu iki adam tarif etmiş, “İçeri girince müdürle konuşacağım de” diye onu tembihlemişlerdi. Sekreterin yanına geldiğinde “Müdürle görüşeceğim” dedi.” “Müdür Bey toplantıda” diye cevap verdi sekreter. “Beklerim” dedi üzgün zayıf bir sesle. “Randevunuz da yok ne konuşacaktınız?” diye sordu biraz meraklı, biraz acıyan gözlerle. Anne başladı ağlamaya iki gözü iki çeşme. “Ben iş arıyorum, altı çocuk, bir de işsiz babaları var” dedi çaresiz. Sekreter hanım çok üzülmüştü “dur bakalım bulunur elbet bir çaresi” diye teselliye çalışmıştı. Bulunmuştu da çaresi, Müdür “Gaz Maske Fabrikasına göndereyim hemen işe başla, senden iyisini mi bulacağım kızım” demişti. Pilotların maske kontrolü, iş elbiseleri, yiyecek paraşütü dikimi ve iş önlüğü... Baba evde, anne fabrikada yılları birbirine ekledi. Kömürlü ütüyü ilk o zaman görmüştü küçük kız. Babası ceket omuzlarını kömürlü ütüyle ütülüyor, “kömür getir kızım, ütümüz soğumasın”, uçarak kömür getiriyor, ütünün içine koyuyor, kor olmasını bekliyordu. Babasıyla ne güzel günleri olmuştu evde, ilkokul üçe kadar ve o Kurban Bayramında babası acılarından kurtulmuştu Herkes ağlayıp üzülürken küçük kız üzülmemiş, aksine sevinmişti. Çünkü babasının çektiği acılara ençok da o şahit olmuştu.
Annesine, “Artık evin hem anası hem babasısın gelin” demişti kaynana Trakya ağzıyla. “Attığın adımlara dikkat edeceksin”. Anne çok içerlemiş ve üzülmüştü. Aralarındaki çekişme daha da büyür olmuştu. “Kızlara kısa etek giydiriyormuşsun te bu küçücük kıza şort giydirme gelin, günaha giriyorsun, bu kızanları başıboş bırakma gelin”. Kaynananın evi ayrıydı, hafta sonları gelip canını sıkıyordu. “Çocuklarıma laf söyletmem, yetti artık sizden çektiğim” dedi anne. Bir bayram günü Yeni Mahalleye kaynanası ve kaynatasıyla bayramlaşmaya gitmişti, küçük kızıyla. Tam yemek sofrasına oturmuşlardı ki kaynana başladı söylenmeye. Anne öfkeyle kalktı ve “Kalk kızım istenmediğimiz yerde durmayız” diyerek ayrıldılar evden, gidiş o gidiş bir daha uzun yıllar birbirilerini aramadılar. Böylece Ahmet Ağa devri sona ermişti. Artık anne ve altı çocuğu vardı. Her şey çocukları için değil miydi?
01.09.2016
**Çocukluğu çok eğlenceli geçiyordu. Yaz günleri akşama kadar oyun oynuyordu. Arkadaşlarının hepsi oğlandı. Pantolon giymeyi çok seviyordu, çember çeviriyorlar, misket oynuyorlar, ya da iki gruba ayrılıp savaş yapıyorlardı. Silahları tahtadan tabanca, yay, ok, kama, hepsi elde yapılmış oyuncaklardı. Akşam oldu mu babasının karşısına geçiyor, ona telden, tahtadan oyuncaklar yaptırıyordu. Lunaparktan ip çekerek kazandığı bebekten başka oyuncağı olmamıştı. Kız arkadaşı olmadığı için ihtiyaç da duymamıştı. Yazın, açık hava sinemasında her akşam film izliyorlardı. Babası sinemada ahbap işi bilet kesiyor, Pondik her akşam babasına yemek götürme bahanesiyle içeri geçiveriyordu. Ayhan Işık hayranlığı da bu yüzdendi. Öldüğünde nasıl da ağlamıştı. Kış geceleri ise tek eğlenceleri mısır patlatmak, kestane çatlatmak ve Zeynel Amcadan korku hikâyeleri dinlemekti. Zeynel Amca araba tamircisiydi. Meliha teyzeyle evliydi ve torunları Önderle beraber yaşıyorlardı. Önderle akrandılar, İstanbul Türkçesiyle konuşuyor, anneannesi Önder’in ekmeğine zeytin ezmesi sürüyor, öğle oldu mu onu yatırıyor, tertemiz giydiriyordu. Diğerlerinden çok farklı, bakımlı, tertemiz bir çocuktu. Bahçeli ve etrafı tahta parmaklıklarla çevrili saray yavrusu bir ev, üstü hiç kirlenmeyen bir çocuk, mutlu muydu acaba... Mutlu olan bizlerdik galiba, Önder mutsuz, bahçede hapis, ama tertemiz...
01.09.2016
**Babasını hiç iki bacaklı hatırlamıyordu: İki koltuk değneği ve tek bacak. Diğerleri okula gittiği için babasıyla kalıyordu evde. Onun eli ayağı gibiydi adeta. Kızım tıraş tasımı getir”. Tıraş tasına ılık su koyar, yanına sabun, fırça, çarçabuk da ayna. Tıraş olurken babasını izlemeyi seviyordu. “Koltuk değneklerimi ver Pondik”. “Pondik” babasının taktığı isimdi ona. Hemen bir koşu değnekleri getiriyor, ayağına geçirdiği tokyolarla babasının yanında yürümeye başlıyordu. Yazları sorun olmuyordu ama kış ve kar varsa babasının önüne soba külü döküyordu, kaymasın diye. Mahalle kahvesi çok uzak değildi, evden gözüküyordu. Yürüyerek iki yüz metre belki. Kahvede her sabah aynı masaya oturuyorlardı. “Ahmet ağabey hoş geldin, çay ve simit?” Babası tabakadan tütün çıkarıyor, özenle sarıyordu. O da çay yanında simitle karnını doyuruyordu. Bir ısırık simit, bir yudum çay… Bütün kahve babasını tanıyordu. Öğlene doğru eve dönüyorlar, kardeşleri de okuldan dönmüş oluyordu. Kuru fasulyeyi en güzel babası pişiriyordu. Gaz ocağının başından ayrılmıyorlardı yemek pişene kadar. Yanına şehriyeli pilav, oh! Anne çalışıyor, baba yemek yapıyor. Arkadaşlarının annesi yemek yapıyor, babaları çalışıyordu. Hangisi doğru ki?
Dev gibi babası hasta yatıyordu, tek bacağı da hastalanmış. Bir yaz akşamı babası pijamalarıyla eve geliyor, bacak yok. Nasıl kahveye gidecek? Artık simit de yok. Baba yatakta, Pondik oyunda. “Pondikkkkkk!” Nerede olursa olsun babasının sesi hep kulağında. Uçarak gidiyor, su, sigara, tıraş tası. Babasının eli ayağı Pondik.
Ev kalabalık, babaanne, dede, yenge, amcalar, suratlar sarı, üzgün bakıyorlar. Anne perişan, kardeşler ağlamaklı. Sabaha karşı babaanne usulca yanlarına yatıyor, ortanca soruyor “öldü mü babaanne?” “Allah rahmet etsin, kaybettik babanı” , demirden de soğuk ve boğuk bir ses , “kalkın babanızın yüzünü görün”. Sapsarı bir yüz, gözler, çene bağlanmış. “Ölüm soğukluğu versin rabbim” diyor babaanne.
Kurban Bayramı da geldi. Sabah erkenden kalktılar. Anne kendi diktiği tayyörünü giymiş, saçlar ondüle, kolunda beyaz saplı çantası, dudağında ruju, gözlerinde rastık seslendi, “Bayram alışverişi yapacağız, hazırlanın”. Nefes nefese kimse birbirine çarpmadan hazırlandılar. Sorular havada uçuşuyordu. “Ayakkabı alacak mısın anne?”, “Bana da pantolon”, “Anne oje alabilir miyiz?”. Ortanca ekledi “ berbere de gidelim.” “Bakalım paramız yeterse” diye hüzünle söylendi anne. Ne zaman çocuklarına hayır demeyecekti... En küçük kız; “Anne, biz de lokantada yemek yiyelim”. “Hele bir yemek yemeyi öğrenin, en güzelinde yiyeceğiz” dedi, hiç umudu yoktu ama hayali bile güzeldi...
Eve alınan ilk koltuğun heyecanını unutamıyordu. Ne çok sevinmişti, gece kalkıp koltuklarını sevmişti. O güne kadar odada iki somya, bir eski halı, yer minderleri, bir de duvarda asılı en kıymetlisi, radyosu vardı. Sabah işe gitmek için evden çıkarken çok sevdiği kahvesini içmeye fırsatı olmamıştı. Ama onun da kolayını bulmuştu. Bir kaşık kahve, bir kaşık şekeri ağzına atar bir yudum suyla şapır şapır indirirdi mideye. Bütün gün fabrikada paraşüt diker, tam eve girecekken en küçüğü karşısına dikilir, ağlayarak günün özetini anlatır, yorgunluğun üstüne şikâyetler çileden çıkarırdı kadını. Hepsini sıra dayağına çeker, “Bir daha şikâyet istemiyorum,” diye homurdanırdı. Ev işi, yemek pek onun işi değildi. O para kazanır, ortanca kız yemekleri yapar, evi temizler, çamaşırları yıkar. Perşembe çamaşır günü iki arkadaş imece usulü leğende yıkar kaynatır, arkasından küçük kız yıkanır, uyutulur. Boş zamanında ise cebinde dantel yumağı hem dolaşır hem dantel örer. Akşam herkes yatar, anne yatmadan küçük kız yatağa gitmez. Anne gece yetişecek dikişleri hazırlar, küçük kız makinenin ucuna başını koyar uykuya dalar. Tıngır mıngır… Ne tatlı ninni. Gece annesinin koynunda ona sımsıkı sarılırdı. Tek gözünü annesinin çenesine yapıştırır, uykuya dalardı. Çalışıp kazandıkça yavaş yavaş evin eksiklerini almaya başlamıştı. 100 TL taksitle. O bitsin, gardırop alacağım derdi ortanca kızına, “Güzelce yerleştirirsin elbiselerimizi”. Avluda oynuyordu küçük kız, bir kamyonet geldi, içinden annesi indi. Ne kadar da büyüktü annesi, dev gibi. Hele kendi diktiği astragan mantosunu giydiğinde gözünde daha bir kocaman oluyordu. Ah! O sabah ağlayarak anneciğinden ayrılmalar olmasa... Yine gözüne dev gibi gelmişti anacığı kamyondan inerken. Dört koltuk kırmızı, bir büyük halı kırmızı, dört mutfak sandalyesi kırmızıydı. Ne çok severdi kırmızıyı. Bir de ortanca kızı rahat yemek pişirsin diye tüplü ocak... Sevinçten ağlamıştı ablası. Gaz ocağından kurtulmuştu. Minderlere değil koltuklara oturacaklardı artık. Mutfakta sandalyede yemek yenecekti. “Çatalı güzel tut, ağzını kapa yemek yerken, şapırdatma.” dedi annesi. Koltuğa oturduğunda yorgundu ama mutluydu, güzel bir şekerleme yaptı.
16 Ağustos 2016
**Hem çok seviniyor hem de korkuyordu. Okula başlayacaktı. Yeni komşuları da bitişik eve taşınmıştı. Anne-baba çalışıyordu ve üç kızları vardı. En küçükleri yaşına yeni basmıştı. Dışarıdan bakan hepsini kardeş sanırdı. Dokuz çocuk. Büyükleri saymazsak altı çocuk bir de ablaları, ortanca. Anne baba erken işe gidiyor, çocuklara bakan biri var ama yine de ortanca onlara da ablalık ediyor. Kapılar ayrı sadece, kalpler aynı. Mutfakta pişen aynı, sofra aynıydı.
Sabah bir heyecan sarmış herkesi, “Hadi çabuk olun okula kaydınızı yaptıracağım”, ortanca bir yandan hazırlanıyor bir yandan çocukları kontrol ediyor. Mızmızlanıyorlar. Ben ağlamaklı korkuyorum, hiç bir başıma kalmadım ki. Komşunun iki kızı da bana bakıp buruşturuyorlar yüzlerini, şimdi dökülecek gözlerden boncuk yaşlar. “ Ben kapının önünde olacağım ablam”, “Bak buradan size bakacağım”. Ortanca hepsinin gözyaşlarını siliyor. Sınıflara giriliyor. Kapının her açılışında ürkek gözlerle bakıyorum, orda mı ablam?” Okul dönüşü hepsi benimle alay ediyor “Korkudan altına yapacak, korkak korkak”. "Her nereye gidersen döneceğin yer evin olmalı”. Annemden öğrendiklerimiz ışık gibi yolumuzu aydınlatıyor. Ne çok ışığım var benim.
18 Ağustos 2016
**Anne telaşla eve geliyor. Yolda söylemiş ortanca “Kardeşim haşlandı anne”. Dolmuştan inmiş yavaş yürürken, karşısında ortanca kızını görünce içine bir sıkıntı düşmüştü zaten. Nasıl tırmandı o yokuşu, adımları birbirine çarpıyordu sanki. Hiç soramamıştı nasıl oldu diye. Eve girdiklerinde küçük kız ağlıyor, baba kucağına almış avutmaya çalışıyordu. “Bir çocuğa bakamadınız”. Kendi sesinden kendi korktu. “Pondiği haşladık hanım” dedi kederle baba. Pondik ağlıyor, baba ağlıyor, abla acı acı bakınıyor, ağabey suçlu, birazdan sopayı yiyecek, ağlamaklı. Anne kucakladı yavrusunu, sarıldı öptü, gözyaşları karıştı birbirine. Pondik ağlarken burnu akıyor, küçücük burnunda balon “pat”, ağlama kesiliyor. Sonra yine başlıyor feryadı figana. Baba ilk pansumanı yapmış, kabasına kara merhemi sürmüş ve sargı beziyle sarmış. Nasıl oldu diyor anne, yorgun öfkeli. “Sobanın üzerindeki su dolu tası almak istedi, vermedim, somyanın üzerine koydum devrildi. Pondik yatakta oturuyordu”, sesi titreyerek anlattı ortanca. Sümük balon oldu “pat” sessizlik. “Bir çocuğa bakamadınız”, “Kara gözlü kızım, zeytin tulumum benim” Sarıldı çocuklarına, abisi şaklabanlık yapıp güldürmeye çalıştı. Sümük balon oldu “pat”.
Ağustos 2016
İlk hak, hukuk ve adalet dersimizi annemizden aldık. Altı kardeş paylaşmayı, hakkına sahip çıkmayı, fazlasını istememeyi ondan öğrendik. Pazardan meyve alınır paylaşılır; ben fazla yesem, denmez. Herkesin önüne sayı ile konur, “anne sen almadın?”, “Hepiniz birer tane verirsiniz olur” der. Sevgi ile gözlerini kırpar. Anne ilaç gibi, doktor gibi, hemşire gibi, sıcacık ve şefkatliydi. Anne öğretmen, öğretir. Nasıl yemek yenir, nasıl konuşulur, el yıkanır, ağız yıkanır. Genler süt yoluyla mı geçti, ilk güzelliklerimizi ondan alırız. Sanatkârdır, diker giydirir. Pekiyi, sonra melekler nasıl hırçın, arsız, küstah, yalanıcı, küfürbaz ve sahtekâr olurlar?” Herkesin anası şefkatle bağrına basmaz mı yavrusunu? Yavrular büyür mühendis olur, doktor olur, memur olur, öğretmen, işçi, olur da olur. Galiba en önemlisi de insan olmak.
15 Ağustos 2016
**Babası Dikimevi'nde erkek terzisiydi; askerlere pantolon, ceket dikiyordu. Arkadaşları mı aklını çelmişti, nedendir, iş göremez raporu almış, tazminatını da alarak işten ayrılmıştı. Elindeki parayla büfe açmış, ama çok geçmeden onu da borçla kapatmıştı. “İçki arkadaşları ailesinden, çocuklarından daha mı önemli?” diye söyleniyordu anne. Bir akşam aldığı ceviz komodini sırtlamış eve getirirken, duvarda dayalı kalas yuvarlanmış ayağına düşmüştü. Birinci bacağını bir kaza sonucu kesmek zorunda kalmışlardı. Anne Akşam Kız Sanat Okulunu bitirmiş, evde dikiş dikiyordu. “Al kızım bunu ütüle 2,5 liramızı da al gel” diye seslendi ortancaya. “Yarına yemeklik alırsın”. Borç harç aldıkları Singer dikiş makinesi ekmek tekneleri olmuştu.
Baba erkek çocuklarına, anne kızlarına dikiyor; küçük kız “Ben de abiminki gibi düğmeli pantul istiyorum” diye ağlıyordu. “Kızlar yandan fermuarlı giyer, sana da öyle dikeceğim Pondik” dese de küçük kızı birtürlü ikna edemiyordu. Anne para yetmediğinden iş arar olmuştu. Makine ve Kimya Endüstri (MKE) fabrikasına terzi alınacağını duymuştu; ama nerede olduğunu bilmiyordu. Yolda sorduğu iki adam tarif etmiş, “İçeri girince müdürle konuşacağım de” diye onu tembihlemişlerdi. Sekreterin yanına geldiğinde “Müdürle görüşeceğim” dedi.” “Müdür Bey toplantıda” diye cevap verdi sekreter. “Beklerim” dedi üzgün zayıf bir sesle. “Randevunuz da yok ne konuşacaktınız?” diye sordu biraz meraklı, biraz acıyan gözlerle. Anne başladı ağlamaya iki gözü iki çeşme. “Ben iş arıyorum, altı çocuk, bir de işsiz babaları var” dedi çaresiz. Sekreter hanım çok üzülmüştü “dur bakalım bulunur elbet bir çaresi” diye teselliye çalışmıştı. Bulunmuştu da çaresi, Müdür “Gaz Maske Fabrikasına göndereyim hemen işe başla, senden iyisini mi bulacağım kızım” demişti. Pilotların maske kontrolü, iş elbiseleri, yiyecek paraşütü dikimi ve iş önlüğü... Baba evde, anne fabrikada yılları birbirine ekledi. Kömürlü ütüyü ilk o zaman görmüştü küçük kız. Babası ceket omuzlarını kömürlü ütüyle ütülüyor, “kömür getir kızım, ütümüz soğumasın”, uçarak kömür getiriyor, ütünün içine koyuyor, kor olmasını bekliyordu. Babasıyla ne güzel günleri olmuştu evde, ilkokul üçe kadar ve o Kurban Bayramında babası acılarından kurtulmuştu Herkes ağlayıp üzülürken küçük kız üzülmemiş, aksine sevinmişti. Çünkü babasının çektiği acılara ençok da o şahit olmuştu.
Annesine, “Artık evin hem anası hem babasısın gelin” demişti kaynana Trakya ağzıyla. “Attığın adımlara dikkat edeceksin”. Anne çok içerlemiş ve üzülmüştü. Aralarındaki çekişme daha da büyür olmuştu. “Kızlara kısa etek giydiriyormuşsun te bu küçücük kıza şort giydirme gelin, günaha giriyorsun, bu kızanları başıboş bırakma gelin”. Kaynananın evi ayrıydı, hafta sonları gelip canını sıkıyordu. “Çocuklarıma laf söyletmem, yetti artık sizden çektiğim” dedi anne. Bir bayram günü Yeni Mahalleye kaynanası ve kaynatasıyla bayramlaşmaya gitmişti, küçük kızıyla. Tam yemek sofrasına oturmuşlardı ki kaynana başladı söylenmeye. Anne öfkeyle kalktı ve “Kalk kızım istenmediğimiz yerde durmayız” diyerek ayrıldılar evden, gidiş o gidiş bir daha uzun yıllar birbirilerini aramadılar. Böylece Ahmet Ağa devri sona ermişti. Artık anne ve altı çocuğu vardı. Her şey çocukları için değil miydi?
01.09.2016
**Çocukluğu çok eğlenceli geçiyordu. Yaz günleri akşama kadar oyun oynuyordu. Arkadaşlarının hepsi oğlandı. Pantolon giymeyi çok seviyordu, çember çeviriyorlar, misket oynuyorlar, ya da iki gruba ayrılıp savaş yapıyorlardı. Silahları tahtadan tabanca, yay, ok, kama, hepsi elde yapılmış oyuncaklardı. Akşam oldu mu babasının karşısına geçiyor, ona telden, tahtadan oyuncaklar yaptırıyordu. Lunaparktan ip çekerek kazandığı bebekten başka oyuncağı olmamıştı. Kız arkadaşı olmadığı için ihtiyaç da duymamıştı. Yazın, açık hava sinemasında her akşam film izliyorlardı. Babası sinemada ahbap işi bilet kesiyor, Pondik her akşam babasına yemek götürme bahanesiyle içeri geçiveriyordu. Ayhan Işık hayranlığı da bu yüzdendi. Öldüğünde nasıl da ağlamıştı. Kış geceleri ise tek eğlenceleri mısır patlatmak, kestane çatlatmak ve Zeynel Amcadan korku hikâyeleri dinlemekti. Zeynel Amca araba tamircisiydi. Meliha teyzeyle evliydi ve torunları Önderle beraber yaşıyorlardı. Önderle akrandılar, İstanbul Türkçesiyle konuşuyor, anneannesi Önder’in ekmeğine zeytin ezmesi sürüyor, öğle oldu mu onu yatırıyor, tertemiz giydiriyordu. Diğerlerinden çok farklı, bakımlı, tertemiz bir çocuktu. Bahçeli ve etrafı tahta parmaklıklarla çevrili saray yavrusu bir ev, üstü hiç kirlenmeyen bir çocuk, mutlu muydu acaba... Mutlu olan bizlerdik galiba, Önder mutsuz, bahçede hapis, ama tertemiz...
01.09.2016
**Babasını hiç iki bacaklı hatırlamıyordu: İki koltuk değneği ve tek bacak. Diğerleri okula gittiği için babasıyla kalıyordu evde. Onun eli ayağı gibiydi adeta. Kızım tıraş tasımı getir”. Tıraş tasına ılık su koyar, yanına sabun, fırça, çarçabuk da ayna. Tıraş olurken babasını izlemeyi seviyordu. “Koltuk değneklerimi ver Pondik”. “Pondik” babasının taktığı isimdi ona. Hemen bir koşu değnekleri getiriyor, ayağına geçirdiği tokyolarla babasının yanında yürümeye başlıyordu. Yazları sorun olmuyordu ama kış ve kar varsa babasının önüne soba külü döküyordu, kaymasın diye. Mahalle kahvesi çok uzak değildi, evden gözüküyordu. Yürüyerek iki yüz metre belki. Kahvede her sabah aynı masaya oturuyorlardı. “Ahmet ağabey hoş geldin, çay ve simit?” Babası tabakadan tütün çıkarıyor, özenle sarıyordu. O da çay yanında simitle karnını doyuruyordu. Bir ısırık simit, bir yudum çay… Bütün kahve babasını tanıyordu. Öğlene doğru eve dönüyorlar, kardeşleri de okuldan dönmüş oluyordu. Kuru fasulyeyi en güzel babası pişiriyordu. Gaz ocağının başından ayrılmıyorlardı yemek pişene kadar. Yanına şehriyeli pilav, oh! Anne çalışıyor, baba yemek yapıyor. Arkadaşlarının annesi yemek yapıyor, babaları çalışıyordu. Hangisi doğru ki?
Dev gibi babası hasta yatıyordu, tek bacağı da hastalanmış. Bir yaz akşamı babası pijamalarıyla eve geliyor, bacak yok. Nasıl kahveye gidecek? Artık simit de yok. Baba yatakta, Pondik oyunda. “Pondikkkkkk!” Nerede olursa olsun babasının sesi hep kulağında. Uçarak gidiyor, su, sigara, tıraş tası. Babasının eli ayağı Pondik.
Ev kalabalık, babaanne, dede, yenge, amcalar, suratlar sarı, üzgün bakıyorlar. Anne perişan, kardeşler ağlamaklı. Sabaha karşı babaanne usulca yanlarına yatıyor, ortanca soruyor “öldü mü babaanne?” “Allah rahmet etsin, kaybettik babanı” , demirden de soğuk ve boğuk bir ses , “kalkın babanızın yüzünü görün”. Sapsarı bir yüz, gözler, çene bağlanmış. “Ölüm soğukluğu versin rabbim” diyor babaanne.
Kurban Bayramı da geldi. Sabah erkenden kalktılar. Anne kendi diktiği tayyörünü giymiş, saçlar ondüle, kolunda beyaz saplı çantası, dudağında ruju, gözlerinde rastık seslendi, “Bayram alışverişi yapacağız, hazırlanın”. Nefes nefese kimse birbirine çarpmadan hazırlandılar. Sorular havada uçuşuyordu. “Ayakkabı alacak mısın anne?”, “Bana da pantolon”, “Anne oje alabilir miyiz?”. Ortanca ekledi “ berbere de gidelim.” “Bakalım paramız yeterse” diye hüzünle söylendi anne. Ne zaman çocuklarına hayır demeyecekti... En küçük kız; “Anne, biz de lokantada yemek yiyelim”. “Hele bir yemek yemeyi öğrenin, en güzelinde yiyeceğiz” dedi, hiç umudu yoktu ama hayali bile güzeldi...
Eve alınan ilk koltuğun heyecanını unutamıyordu. Ne çok sevinmişti, gece kalkıp koltuklarını sevmişti. O güne kadar odada iki somya, bir eski halı, yer minderleri, bir de duvarda asılı en kıymetlisi, radyosu vardı. Sabah işe gitmek için evden çıkarken çok sevdiği kahvesini içmeye fırsatı olmamıştı. Ama onun da kolayını bulmuştu. Bir kaşık kahve, bir kaşık şekeri ağzına atar bir yudum suyla şapır şapır indirirdi mideye. Bütün gün fabrikada paraşüt diker, tam eve girecekken en küçüğü karşısına dikilir, ağlayarak günün özetini anlatır, yorgunluğun üstüne şikâyetler çileden çıkarırdı kadını. Hepsini sıra dayağına çeker, “Bir daha şikâyet istemiyorum,” diye homurdanırdı. Ev işi, yemek pek onun işi değildi. O para kazanır, ortanca kız yemekleri yapar, evi temizler, çamaşırları yıkar. Perşembe çamaşır günü iki arkadaş imece usulü leğende yıkar kaynatır, arkasından küçük kız yıkanır, uyutulur. Boş zamanında ise cebinde dantel yumağı hem dolaşır hem dantel örer. Akşam herkes yatar, anne yatmadan küçük kız yatağa gitmez. Anne gece yetişecek dikişleri hazırlar, küçük kız makinenin ucuna başını koyar uykuya dalar. Tıngır mıngır… Ne tatlı ninni. Gece annesinin koynunda ona sımsıkı sarılırdı. Tek gözünü annesinin çenesine yapıştırır, uykuya dalardı. Çalışıp kazandıkça yavaş yavaş evin eksiklerini almaya başlamıştı. 100 TL taksitle. O bitsin, gardırop alacağım derdi ortanca kızına, “Güzelce yerleştirirsin elbiselerimizi”. Avluda oynuyordu küçük kız, bir kamyonet geldi, içinden annesi indi. Ne kadar da büyüktü annesi, dev gibi. Hele kendi diktiği astragan mantosunu giydiğinde gözünde daha bir kocaman oluyordu. Ah! O sabah ağlayarak anneciğinden ayrılmalar olmasa... Yine gözüne dev gibi gelmişti anacığı kamyondan inerken. Dört koltuk kırmızı, bir büyük halı kırmızı, dört mutfak sandalyesi kırmızıydı. Ne çok severdi kırmızıyı. Bir de ortanca kızı rahat yemek pişirsin diye tüplü ocak... Sevinçten ağlamıştı ablası. Gaz ocağından kurtulmuştu. Minderlere değil koltuklara oturacaklardı artık. Mutfakta sandalyede yemek yenecekti. “Çatalı güzel tut, ağzını kapa yemek yerken, şapırdatma.” dedi annesi. Koltuğa oturduğunda yorgundu ama mutluydu, güzel bir şekerleme yaptı.
16 Ağustos 2016
**Hem çok seviniyor hem de korkuyordu. Okula başlayacaktı. Yeni komşuları da bitişik eve taşınmıştı. Anne-baba çalışıyordu ve üç kızları vardı. En küçükleri yaşına yeni basmıştı. Dışarıdan bakan hepsini kardeş sanırdı. Dokuz çocuk. Büyükleri saymazsak altı çocuk bir de ablaları, ortanca. Anne baba erken işe gidiyor, çocuklara bakan biri var ama yine de ortanca onlara da ablalık ediyor. Kapılar ayrı sadece, kalpler aynı. Mutfakta pişen aynı, sofra aynıydı.
Sabah bir heyecan sarmış herkesi, “Hadi çabuk olun okula kaydınızı yaptıracağım”, ortanca bir yandan hazırlanıyor bir yandan çocukları kontrol ediyor. Mızmızlanıyorlar. Ben ağlamaklı korkuyorum, hiç bir başıma kalmadım ki. Komşunun iki kızı da bana bakıp buruşturuyorlar yüzlerini, şimdi dökülecek gözlerden boncuk yaşlar. “ Ben kapının önünde olacağım ablam”, “Bak buradan size bakacağım”. Ortanca hepsinin gözyaşlarını siliyor. Sınıflara giriliyor. Kapının her açılışında ürkek gözlerle bakıyorum, orda mı ablam?” Okul dönüşü hepsi benimle alay ediyor “Korkudan altına yapacak, korkak korkak”. "Her nereye gidersen döneceğin yer evin olmalı”. Annemden öğrendiklerimiz ışık gibi yolumuzu aydınlatıyor. Ne çok ışığım var benim.
18 Ağustos 2016
**Anne telaşla eve geliyor. Yolda söylemiş ortanca “Kardeşim haşlandı anne”. Dolmuştan inmiş yavaş yürürken, karşısında ortanca kızını görünce içine bir sıkıntı düşmüştü zaten. Nasıl tırmandı o yokuşu, adımları birbirine çarpıyordu sanki. Hiç soramamıştı nasıl oldu diye. Eve girdiklerinde küçük kız ağlıyor, baba kucağına almış avutmaya çalışıyordu. “Bir çocuğa bakamadınız”. Kendi sesinden kendi korktu. “Pondiği haşladık hanım” dedi kederle baba. Pondik ağlıyor, baba ağlıyor, abla acı acı bakınıyor, ağabey suçlu, birazdan sopayı yiyecek, ağlamaklı. Anne kucakladı yavrusunu, sarıldı öptü, gözyaşları karıştı birbirine. Pondik ağlarken burnu akıyor, küçücük burnunda balon “pat”, ağlama kesiliyor. Sonra yine başlıyor feryadı figana. Baba ilk pansumanı yapmış, kabasına kara merhemi sürmüş ve sargı beziyle sarmış. Nasıl oldu diyor anne, yorgun öfkeli. “Sobanın üzerindeki su dolu tası almak istedi, vermedim, somyanın üzerine koydum devrildi. Pondik yatakta oturuyordu”, sesi titreyerek anlattı ortanca. Sümük balon oldu “pat” sessizlik. “Bir çocuğa bakamadınız”, “Kara gözlü kızım, zeytin tulumum benim” Sarıldı çocuklarına, abisi şaklabanlık yapıp güldürmeye çalıştı. Sümük balon oldu “pat”.
Ağustos 2016
İlk hak, hukuk ve adalet dersimizi annemizden aldık. Altı kardeş paylaşmayı, hakkına sahip çıkmayı, fazlasını istememeyi ondan öğrendik. Pazardan meyve alınır paylaşılır; ben fazla yesem, denmez. Herkesin önüne sayı ile konur, “anne sen almadın?”, “Hepiniz birer tane verirsiniz olur” der. Sevgi ile gözlerini kırpar. Anne ilaç gibi, doktor gibi, hemşire gibi, sıcacık ve şefkatliydi. Anne öğretmen, öğretir. Nasıl yemek yenir, nasıl konuşulur, el yıkanır, ağız yıkanır. Genler süt yoluyla mı geçti, ilk güzelliklerimizi ondan alırız. Sanatkârdır, diker giydirir. Pekiyi, sonra melekler nasıl hırçın, arsız, küstah, yalanıcı, küfürbaz ve sahtekâr olurlar?” Herkesin anası şefkatle bağrına basmaz mı yavrusunu? Yavrular büyür mühendis olur, doktor olur, memur olur, öğretmen, işçi, olur da olur. Galiba en önemlisi de insan olmak.
15 Ağustos 2016
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.