sulesepin06@gmail.com
Bir masada oturmuş, ciddiyetle önündeki kağıtları inceliyor. Kısa, koyu kahverengi, küt saçları, vişne çürüğü uzun kollu, çizgili bir kazağı var.
Orta yaşlarda, uzun açık kahverengi saçlı ve ciddi bir ifadeye sahip Neval Oğan Balkız, siyah bir ceket, desenli bir bluz giymiş ve bir toplantı veya konferans sırasında ahşap bir masanın arkasında oturuyor. Sağ eliyle sol bileğini tutuyor ve dikkatle bir noktaya bakıyor. Masanın üzerinde bir mikrofon ve bir kâğıt bardak bulunuyor.

Şule: Dergimizin sevgili izleyicileri, Arı Kovanı köşemizde Ankara'da Bilim Sanat ve Eğitim Derneğindeyiz. Kısa adıyla BİSED. Kurucular arasında hepinizin yakından bildiği Ahmet Telli var. Bugünkü konuğumuzu size kısaca tanıtacağım. Devamını kendisinden rica edeceğim çünkü çok yönlü bir arkadaşımız. Belki bazılarınız duymuşsunuzdur. Yeni duyanlar için de Neval oğan Balkkız’la birlikteyiz. 



“Neval Hanım isterseniz öncelikle sizi tanıyarak başlayalım söyleşinize.”



Neval: Sevgili dostlar, dergimizin değerli takipçileri merhaba. Ben Neval Oğan Balkız, hukukçu, akademisyen bir yazarım. Bunun yanında uzmanlık alanlarım, Anayasa, kamu, uluslararası insan hakları hukuku. Her türlü ayrımcılık, temel hak ve özgürlükler, siyasal yapıların uygulama biçimleri ve uluslararası aktivizm konularında uzmanım. Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Derneğine (AYMED) üyeyim. AYMED’in kurucularının paylaştığı projeleri, toplumsal duyarlılıklarını, toplum için özellikle engelli haklarında ve ayrımcılığın Türkiye'deki her türlü etnik, felsefi yapı, sosyal statü, düşünce, inanç, yaş ve cinsiyet, etnik kimlikler ve farklıdüşünce ve felsefi inançlar olan kişilere karşı sistematik ya da tekil olan ayrımcılığın önlenmesine ilişkin her türlü çabalarını çok yakından izleyen, katkı sunmaya çalışan biriyim.Derneğimiz, Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Derneği,kurucularının ilgi alanları, ayrımcılıkla mücadele eden sosyal hizmet ana bilim dalında görevli öğretim üyeleriylehukukçuları birleştiren bir yapı.



Şule: Bizim Neval hanımla bir dizi söyleşimiz olacak. Onun için konuları ayırarak söyleşeceğiz. Sizin bir de Hataylı olduğunuzu biliyoruz.



Neval: Evet, Hatay Antakya’danım. 



Şule: Neval Hanım isterseniz bugün biraz insan hakları bağlamında kadının insan hakları, ayrımcılık konularından konuşalım, bir giriş yapalım söyleşimize.



Neval: İnsan hakları kavramının kendisi, 21. Yüzyılda çok farklı anlamlar içeren, geniş alanlara hitap eden, çerçevesi oldukça genişletilmiş bir kavram. Öncelikle insan hakları kavramının bugün içerdiği anlam olarak bizim tarafımızdan nasıl anlaşılması gerektiğine vurgu yapmak istiyorum. Çünkü herhangi bir olaya doğru bakışımızı sağlayan kavramları nasıl anladığımızdır. İnsan hakları, insan onurundan türetilen ve insanı insan yapan değerleri, yani içinde bulunduğumuz dünyada bizi diğer canlılardan ayıran insansal özelliklerimizi, onurumuzu oluşturan insani özelliklerimizden türetilen ilkelerin yaşantımızda talep ettiği gereklilikleri dile getirir. Ne demek istiyorum? İnsan kendi varlığı içerisinde diğer canlılardan düşünsel, yapısal, fiziksel ve moral varlıklarıyla üretebilen, düşünebilen, kendi yaşadığı dünyayı dönüştürebilen bir varlık olması, insanın bu insanî özelliklerini hiçbir şekilde engellemeyen, onların geliştirilmesini sağlayan koşullara ilişkin talep ilkeleridir. İnsanî özelliklerimizden, insanlık onurundan türetilen ilkelere biz ‘İnsan Hakları’diyoruz. İnsan haklarının talep ettiği şey nedir? İnsanın kendi varlıksal yaşamını sürdürürken hiçbir şekilde engellenmemesini talep eden normlar bütünüdür diyebiliriz. Yani insan düşünürken insanın düşünmesini engellemeyeceksiniz. İnsanlar kendi varlıklarının gereklerini yerine getirirken devletin ya da içinde bulunduğu toplumun o insanın her bir koşulda tüm insanların ortak özelliklerinin koşullarını yerine getirilmesini sağlamak gibi bir görevi olduğunun bilinciyle, toplum ve devleti örgütlememiz gerekiyor. Kısaca şunu diyebiliriz, insan hakları, insanın evrim tarihinde belli koşullar çerçevesinde dile getirdiği bir düşüncedir. Bu düşünce insana hiçbir şekilde zarar vermemeyi, insanın moral, biyolojik, fizik olarak kendi varlığını gerçekleştirirken onun çıkarlarına dokunmamayı, onu engellememeyi talep eden ilkelerdir. Bu ilkeler devlete şunu söyler: Devlet örgütlenmesi, yani hukuksal ve insansal bir örgütlenme olan devletin tek görevi, insan haklarını her bir birey için koşulların sağlanması ve bu koşulların gereklerinin yerine getirilmesidir. Şimdi bu şekilde geniş bir çerçevede tanımladıktan sonra tabii ki insan haklarının pozitif hukuktaki hukuksal, sosyolojik, felsefi, antropolojik tanımları vardır. Bunların hiçbirine girmeyeceğim. Ancak şunu belirtmeme izin verin, onurumuzu, insanî değerimizi ortaya koyan insansal özelliklerimiz, tür olarak ortak değerlerimizdir. Biz dünyada,yeryüzünde bir varlıksal bütün olarak ortak özellikler taşırız. Bu ortak özelliklerimiz kendi varlığımızı gerçekleştirme, düşünme, üretme, ürettiklerini biriktirme, yaşadığı koşulları dönüştürme gibi özelliklerdir. Mesela edebiyat yapma, devlet örgütlenmesi kurma, toplumsal sosyolojik örgütlenme olarak halkı ve toplumu biçimlendirme, bunları tarihsel olgu içerisinde dönüştürme yetisi olan bir tür olarak biz ortak özelliklere sahibiz. Biz beslenme, eğitim görme, sağlıktan yararlanma, bir toplumda eşit, ekonomik olarak barınma,temiz bir çevrede yaşama, sosyal olarak kendi ihtiyaçlarımızı karşılayacak bir ekonomik gelire sahip olma, barış içerisinde yaşama, kendi varlığımızı, türümüzü sürdürme,düşüncelerimizle, paylaşımlarımızla yaşamsal olarak gerekli koşullara sahip olarak gerçekleştirme haklarına sahibiz. Bunların hepsine insan hakları diyoruz. Bunlar bizim insanolma özelliğimizden belli bir çıkarım yolu ile türetilen haklarımızdır. Dolayısıyla insan hakları tüm insanlar için eşit gerçekleştirilmelidir. O nedenle insan hakları bölünmez,ertelenmezdir. İnsan hakları mücadelesi, bu hakların gerçekleştirilmesini talep ettiği koşulların, cinsiyet, etnik, din, dil, ırk, felsefi ayrım olmadan herkes için eksiksiz şekilde yerine getirilmesini istemeyi gerekli kılar. O nedenle insanhakları mücadelesi demokrasinin olmazsa olmaz baş temel koşullarından biridir. Peki, bu neyi gerekli kılar? Bu kadar geniş bir perspektifte baktığımızda, İnsan haklarının gerektirdiği koşulların bugün tam olarak sağlanmadığı kimi dezavantajlı gruplar vardır. Kimdir bu gruplar? Bu grupların başında kadınlar geliyor.



Şule: Evet, biz de kadınları konuşacağız.



Neval: İkinci olarak çocuklar, üçüncü olarak toplumsal cinsiyet kimliklerinin farklı tercihlerinde bulunan gruplar, LGBTİ+lar, etnik olarak belli bir milletin çoğunluğunu oluşturan etnik yapıdan farklı olan etnik kökenli insanlara uygulanan durumlar ve ayrımcılıklar. Farklı ülkelerden ekonomik, sosyal, siyasal sebeplerle gelen göçmenlere,yabancılara karşı uygulanan ayrımcılıklar. Sosyal statü olarak toplumsal anlamda farklı olan gruplara yönelik ayrımcılıklar,sadece ve sadece felsefi düşünce ve farklı bir siyasal yapıda,farklı bir ideolojide olduğu için insanlara karşı uygulanan ayrımcılıklar. Tüm bunlar insan haklarının gerektirdiği koşulların belli gruplarda sahip oldukları özellikler nedeniyle o gruplara tanınmamasının, temel hak ve özgürlüklerin yerine getirilmemesinin yarattığı insan hakları ihlali içerisinde olan grupları tanımlamaktadır. Bu grupların başında demin söylediğimiz gibi ne yazık ki kadınlar var. Peki, kadınlar Türkiye'de ya da dünyada nasıl bir sistematik mağduriyet içerisinde bulunuyorlar? Kadınlara yönelik özellikle son 20 yılda, içinde bulunduğumuz siyasal yapının, İslamcı hegemonyanın bakış açısıyla, siyasal İslamcı geleneğin kadınları hem özel hem kamusal yaşam alanında görünmez kılmak, onları kamusal alandan soyutlamak, tamamen eve kapatmak, cinsiyetçi bir anlayışla kadını annelik statüsü içerisinde annelik pozisyonlarında tutmak, hapsetmek için siyasal, sosyal, ekonomik, hukuksal, kültürel karar ve eylemler gerçekleştirdiğini, konum aldığını görüyoruz. Buna bağlı olarak kadınların kamusal hayatta etkinliklerini,varlıklarını tamamen belli bir kültürel yapı içerisinde eve hapsetmek ve erkeğin kendi hâkimiyet alanında tutması gibi bir hegemonik gelişim yaşadık Türkiye'de. Bu, mevcut olan toplumsal cinsiyet kurgusu anlamında kadına yönelik eşitsizliğin tamamen tüm alanlara, hayatın her alanına sistematik olarak yayılmasına neden oldu. Bilfiil iktidar, kendi kültürel anlayışını, hegemonik yaklaşımını sistemli hale getirdi. Bugün cemaatlerden, tarikatların her türlü yapısına kadar, Diyanet İşleri Başkanlığından, Türkiye'de eğitim sistemine dayatılan yapısal koşullara kadar toplumsal cinsiyet anlayışında kadını yok sayan, kadının haklarını törpülemeye çalışan hatta ve hatta çok daha ileri boyutlarda işi kadını sahiplendirmeye kadar (Hüdapar ve diğer siyasal oluşumların yaklaşımıyla) vardıran, kadınların bırakın haklarını vermeyi,bırakın toplumsal cinsiyet eşitliği kavramında kadınların sosyal, ekonomik, siyasal tüm haklarını, hak öznesi olarak varlıksal, bütünsel olarak bir hukuk öznesi, kimliğini tanımayı,bugüne kadar mücadelelerimizle kazanmış olduğumuz haklarımızı tamamen ortadan kaldırmaya, törpülemeye,geriletmeye yönelik sistematik bir politikayla karşı karşıyayız. Bu politikanın getirisi ve sonuçları ne oldu? Bunu iki yönlü değerlendirmek gerekiyor. Özellikle hukuksal anlamda Anayasaya, Medeni Kanundaki kazanılmış haklara aykırı bir şekilde nafaka, boşanma, velayet haklarından tutun, kadının kendi soyadını kullanma haklarına kadar hepsini geri almaya çalışan sistematik bir hukuksuzlukla karşı karşıyayız biz. Bu hukuksuzluk akımlarını nerede gördük? En somut haliyle biliyorsunuz Türkiye'de 6284 sayılı kadına yönelik şiddetekarşı bir kanunumuz var; (Tam adıyla Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun) Bu kanun, adı itibariyle ailenin korunması temelinde, kadını aile bireyiolma merkezli bir anlayışla korumaya değer özne kabul etmesi yönüyle sorunlu olmakla birlikte, biz onu ‘Kadına Yönelik Şiddeti Önleme Kanunu’.olarak kabul ediyor ve yorumluyoruz. Bundan öncesi buna bağlı olarak hepimizin bildiği üzere İstanbul'da Türkiye'nin de katılımı ve ev sahipliğinde hazırlanmış olan Türkiye’nin ilk imzacılarından  (11.05.2011 de ) olduğu (Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi) İstanbul Sözleşmesi diye anılan ve ne yazık ki Cumhurbaşkanının tek yönlü kararnamesi ile(01.07.2021) bu sözleşmeden Türkiye'nin çıkmasına karar verilen, kadınların toplumsal ve aile yaşamında uğradığı şiddetle mücadele etmeyi ve bunu önlemeyi hedef alan, bunu amaçlayan ve sistematik bir koruma getiren bir sözleşme bu.Bu sözleşmeden çekilme ve 6284 sayılı kanun koruma ve güvence hükümlerini uygulamama ile karşı karşıya bulunuyoruz. Tüm bu kararlar, bu oluşumlar mevcut olan AKP iktidarındaki siyasal hegemonyanın kadına karşı duyduğu nefretle, tırnak içinde söylüyorum, bu uygulamaların sistematik olarak hepsi ancak bir cins nefretiyle anlatılabilir. Böyle bir cinsiyetçi yaklaşımla kadınların kendi öznel haklarındaki kazanımlarından öte kadınların bugün sistematik olarak Türkiye toplumunda günde maalesef gerçekten 3 kadının hunharca öldürüldüğü kadın cinayetlerinin artık günlük anlamda halkın infial ile baktığı olaylardan çıkarılarak sıradanlaştığı bir ortamda, kendi yaşamsal, düşünsel, ekonomik, sosyal haklarımızı, bir hak öznesi birey olarak varlığımızı gerçekleştirmemiz gerektiğini düşündüğümüz temel hak ve özgürlüklerimizin sistematik olarak elimizden alınmasını yaşadığımız bu koşullarda 6284 sayılı şiddeti önleme ve İstanbul Sözleşmesi (Avrupa Konseyi'nin, ev içi şiddetin önlenmesi ve kadınların korunması sözleşmesinden) bir gecede tek yönlü bir kararla Türkiye'nin çıkmasının kararlaştırılmış olmasının getirdiği noktada biz kadınların bugünkü durumda kendi mücadelesini yükselterek her 8 Martta, 25 Kasımda sokaklarda birlikte hareket etmesinin verdiği eylemliliğin gücüyle kendi kazanımlarını, hak ve özgürlük taleplerini, sosyal yaşamındaki gereklilikleri, koşulları ve eşitlik için verdikleri mücadelenin ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Çok geniş bir tanımlama yaptım fakat tek tek bakmamız gereken noktalarda bugün Türkiye'nin temel sorunlarının biri kadın yoksulluğu. Genel başlık altında kadınların yaşadığımız toplumda, sadece fizyolojik, biyolojik ve cinsel şiddete maruz kalma anlamındaki yaşanan sıkıntıları çok sistematik ve geniş anlamda maalesef toplumun her kesiminde çok ciddi sorun olan bir mağduriyettir. Öncelikle vurgulamamız gereken durum, şiddetin politik bir unsur olduğudur. Türkiye'de sosyal alanda son dönemlerde özelliklesistematik olarak artan yoksullaşma ve halk kesimlerinin yoksulluk anlamında yaşadığı sistematik, sınıfsal yaşam tarzlarında en büyük mağduriyetleri bugün kadınlar yaşıyor. Bugün Türkiye İstatistik Kurumunun da Disk araştırma merkezinde ortaya konulan rakamların da gösterdiği gibi işsizlik en fazla kadınları mağdur ediyor, kadınların emek dünyasına katılımı sistematik olarak giderek azalıyor. Bu işsizliğin yarattığı ekonomik baskı, bu kadar yoksulluk, pahalılık ve ekonomik dengesizliğin, eşitsizliğin arttığı bir ortamda, öncelikle kadınları toplumsal yaşamda güvencesiz hale getiriyor. 2022 rakamlarına baktığımız zaman özellikle 24-29 yaş arasındaki kadın nüfusunun 4 buçuk milyonunun ne okulda ne işte olduğunu görüyoruz. Bu rakam bile Türkiye'de kadınların yaşadığı ekonomik şiddetin ya da ekonomik eşitsizliğin ne kadar büyük boyutta olduğunu gösteriyor. Biz kadınlara yönelik ayrımcılığı konuşmaya başladığımızda ya da kadının insan hakları dediğimizde, öncelikle kadınların yaşam hakkının sistematik ihlalinin ne kadar tehlikeli boyutta olduğunu görüyoruz. İkinci olarak kadınların ekonomik şiddette ne kadar büyük bir mağduriyet yaşadığını görüyoruz. Kültürel ve sosyal olarak eğitim hayatında da sanatsal yaratıma katılmada da ne kadar gerilemekte olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda en büyük sorunlarımızdan biri de çocuk yaşta evlilikler. Evlilik demeyeceğiz. Çocuk yaşta, 18 yaşın altındaki her evlilik, bir cinsel istismardır ve ne yazık ki Avrupa'da çocuk evliliği anlamında Avrupa birincisi konumunda olan bir ülke Türkiye. Çok yönlü olarak ele alacağımız bu sorunda kadının yaşam hakkının ihlali, cinsel, ekonomik, sosyal, kültürel şiddet ve sosyal yaşamdan, özgür iradesiyle bir yaşam kurma iradesinden koparıldığını, siyasal İslamın en radikal anlamda Hüdapar kimliğinde ortaya çıkan kadına yönelik nefretin, kadınların haklarının elindenalınması, girişimlerinin bu kadar kıskacında olan bir yapıda biz kadınlar ne yapmalıyız? Öncelikle sivil kitle örgütlülüğü anlamında kadın hareketinin Türkiye demokrasisine kattığı çok çok önemli bir ivme var. Son 20 yılda hiç yılmadan sokakta görünür olan, haklarını haykıran hangi cinsten, etnik yapıdan, felsefi ideolojik görüşten olursa olsun bir araya gelmeyi, haklarını savunmayı, birlikte davranmayı öğrenmiş bir kadın hareketliliğiyle karşı karşıyayız. Bu bizim kazanımımızdır. Biz olağanüstü hâl baskılarının en çok yaşandığı AKP iktidarının kendi siyasal İslamcı kültürünü dayattığı, halkı kendisinden olan ve olmayan diye böldüğü,halkı bir şekilde kendi politizasyonunda mobilize ettiği koşullarda tadın hareketinin bu dayatmaları nasıl püskürttüğünü gördük. Bu Türkiye kadın hareketinin bir başarısıdır. Türkiye kadın hareketi bir yandan çok aktif olarak hukuksal, bir yandan da toplumda sosyal mücadeleyi veriyor. Kadın cinayetlerinin olduğu her olayda, her şekilde sınırları aşarak her kentte kadın dayanışmasının ağlarını örüyor. Cezaevlerindeki kadınlardan barış akademisyenleri kadınlarakadar, çocuklarını kaybeden annelerden farklı sosyal deprem olgularında ya da farklı toplumsal çöküş anlarında aynı dayanışmayla hemcinslerinin yanında olabiliyor. Bu kadın hareketinin bir başarısıdır ama bu yeterli midir? Bakın bir örnek olsun diye söylüyorum. Bugün Lezita işçileri grevdeler.Çok yoğun bir şekilde grev ve emek haklarını kullanarak kendi emeklerini savunan kadın işçiliğin çoğunlukta olduğu Lezita işçilerinin üstüne polis coplarla yürüdü ama kadın hareketi ya da emekçi insanlar bir direnişle kendi ekonomik haklarını savunabildiler. Ben kadın mücadelesinin sokakta bir arada durması, korku olmadan kendi haklarını savunması, bugün Türkiye emek hareketini de cesaretlendirmiştir diye düşünüyorum. Oradaki kadınların bilinci, buna benzer bir örnekle çevre hareketidir. Türkiye'de dağlarıyla, ovalarıyla, sularıyla yabancı enerji şirketlerine peşkeş çekilen bizim doğa alanımızı talan eden hepsini sermayeye taşıyan, halkın, gelecek kuşakların olan değerlerini yabancı kapitalist sermayeye peşkeş çeken bir iktidara karşı en çok mücadele veren yine kadınlar. Kadınlar bu bilinçle bir araya geliyorlar,haklarını savunuyorlar. Onlar bu hakları savundukları zaman sadece kadın haklarındaki yani bizim kadına yönelik şiddetten tutun, sosyal, kültürel, ekonomik, kadın cinsiyetçiliği, kadına yapılan ayrımcılığa karşı bir direniş ya da bunu engellemeye yönelik her eylemsellik, Türkiye'de demokratik hakları da diğer mücadeleleri de besliyor. Motive eden, onlara yön veren bir etkiye kavuşuyor. Bu, kadın hareketinin bir başarısı.



Şule: O kadar güzel konuşuyorsunuz ki sözünüzü kesmek istemiyorum ama son zamanlarda çok umutlandığımız bir seçim geçirdik. Kadınların da bu anlamda mücadelesi ve başarıları var. Seçimlerle de ilgili bir değerlendirmenizi alabilirsek, çok iyi olacak.



Neval: Türkiye'de 22 yıldır bize dayatılan karanlık, haklarımızın elimizden alındığı, kendi yaşamımızdaki alışkanlıklarımızdan kopmak zorunda kaldığımız bir baskı düzeni içerisinde bugüne kadar biriktirdiğimiz öfkemizin, haklarımızın elimizden alınmış olmasının verdiği karamsarlığın, geleceği birlikte kurma irademizle hareket ettiğimizde dağıttığımız bir karanlık karşısında aydınlığı savunmanın verdiği bir başarıyla çıktı bu seçimlerden. Evet, bize 22 yıldır AKP siyasal iktidarı her türlü haklarımızı elimizden alacak şekilde, hangi kıyafetle sokağa çıkacağımızdan, hangi okula gideceğimize, dinimizi nasıl algılayacağımızdan kendi seçimlerimizle hangi kitabı okuyacağımıza, hangi müziği dinleyeceğimizden, nerede dans edeceğimize kadar tüm toplumsal alanı kendisi düzenlemeye çalışan bir iktidar ile karşı karşıya kaldık. 20 yıllık AKPiktidarı halka sadece ekonomik şiddet uygulamadı, halkın temel hak ve özgürlüklerini tamamen elinden alarak,kısıtlayarak düşünce biçimlerini, yaşam, kültürel alışkanlıklarını, kendisinin özgürce yaşamını seçme iradesini elinden alan bir karanlık dayattı. Biz bu karanlığı nerede gördük? Bu karanlık içerisinde hukukun araçsallaştırıldığını,insanların emek gücünün nasıl zayıflatıldığını, örgütlenme haklarının elinden alındığını, yandaş sendikalarıyla, dernekleriyle kendinden olan yapılarla dayatıldığını, üniversitelerin blokaj altına alındığını, bilim özgürlüğünün ortadan kaldırıldığını, düşünce, basın özgürlüğünün yok edildiğini hep beraber yaşadık. Türkiye'de son 22 yıllık bu cendere, halkta çok ciddi bir öfkeye neden oldu. Bu öfke netice itibariyle 31 Mart seçimlerinde böyle bir sonuca,gidişata dur diyoruz iradesinin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu bir başarıdır evet ama bu yeterli midir? Geleceği aydınlık, demokratik, sosyal, Laik, çağdaş, akılcı ve eşitlik içinde yaşayacağımız bir toplumu kurmak için yeterli midir? Hayır, şüphesiz yeterli değildir. 31 Mart seçimleri bize aydınlık bir geleceği kurmak için bir olanak yarattı, bir kapı araladı ama bu kapıdan nasıl gireceğimizi, bu kapının ardında nasıl bir hayat kuracağımızı Türkiye halkı belirleyecek. Önümüzde çok ciddi ekonomik, siyasal, kültürel, sosyal sorunlar var ve toplum bu sorunlarla yüzleşerek ancak gelecekte kalıcı bir demokrasiyi kurmak görevini üstlenmek zorunda.



Şule: Bu görüşlerinize katılmakla birlikte evet, iktidarın 22 yıldan beri tutumlarında kadınların uğradığı baskı, verdiği mücadele var. Ama bir yanıyla diğer partiler için de bunu söylememiz gerekiyor. Erkek egemen zihniyetle kadınlar aslında yeteri kadar temsil edilmiyorlar ve kadınlar bir taraftan iktidara karşı mücadele verirken Bir taraftan da erkek egemen zihniyetin etkisiyle öteki partilerde de mücadele veriyorlar. Bugün 11 ilde, 66 ilçede belediye başkanı kadın var ama burada sadece iktidarda değil belki diğer partilerin erkek egemen tutumları üzerinde de birazcık durmamız gerekmez mi?



Neval: Toplumsal cinsiyet eşitliği, Türkiye'nin en temel sorunlarından biridir. Toplumsal cinsiyet eşitliği, yani toplumun yarattığı her türlü değerden kültürel, ekonomik, siyasal, sosyal, cinsiyet farkı olmaksızın, herkesin eşit yararlandığı eşit temel hak ve özgürlükler, ekonomik yapılanma, temsil, eğitim, sağlığa ulaşma hakları, toplumun yapısal olarak ürettiği tüm değerlerden toplumda cinselkimliklerin eşit şekilde yer alması politikası Türkiye'de maalesef oluşturulmuş değil. Erkek egemen zihniyetin tüm toplumsal alanları kapladığını ve bunun partiler üstü maalesef her partinin kendisinin kurumsallaştırdığı bir sorun olduğunu görüyoruz. Bugün kadına karşı ayrımcılık ya da eşitsizlik, cinsiyet eşitsizliğinin uygulandığı alanlar belli yapılarla sınırlı değil. Tüm siyasal partilerde az çok bunun etkisi olduğunu görüyoruz. En demokrat, çağdaş, eşitlikçi, laik tutumlu olması gereken partilerde dahi erkek egemen zihniyeti hem örgütsel hem yönetsel akıl olarak erkeğin elinde tuttuğunu görüyoruz.CHP de buna dâhildir. Türkiye'de bu yapısal, partiler üstü bir sorundur. Bunu aşmamız için çok farklı bir toplumsal kültürü oluşturmamız gerekiyor.



Şule: En azından kazanılması %100 olan yerlerde kadın adaylar ön plana çıkarılabilirdi. Daha çok kadın olurdu o zaman. Ama bu bir başlangıç tabii devam edecek. 



Neval: Bu sadece bu seçimin özelliği değil. Bakın Türkiyedünya tarihinde kadınların seçme seçilme özgürlüğünü en erken kazandığı ülkelerden biridir. Ancak bugün dünya endekslerine baktığımız zaman Türkiye kadının siyasal katılım hakları anlamında maalesef Orta Asya Avrasya bölgesinde sayılan bir ülke. Niye öyle diyoruz? Bugün mecliste 600 milletvekili var ama kadın temsil oranı %17’de kalmış vaziyette. Bakın bu çok çarpıcı bir rakamdır. Aynı şekilde 31 Mart seçimleri bu konuda başarı gibi algılansa da bugün 11 ilde kadın Belediye Başkanı var. Bunların dördü Büyükşehir Belediyesi, 999 ilçesi olan Türkiye'de 66 ilçenin belediye Başkanı kadın. Bu bir başarı mıdır? Hayır, bir başarı değildir.Olması gereken rakam bu mudur? Asla değildir ama biz geçmiş dönemden bugüne bunları bile başarı olarak görüyoruz. Bu da aslında ne kadar geri kaldığımızın bir göstergesi. Bu toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yaratan sonuçlar, siyasal, toplumsal sistemin yarattığı bir sonuçtur. Toplumsal cinsiyet eşitliği için çok daha farklı, laik, çağdaş, akılcı ve bilimsel bir toplumsal yapıya ihtiyacımız var. Atatürk Cumhuriyeti'nin aydınlanmacı geleneği, tarihsel anlamda bunları hedefleyen bir toplumsal dönüşüm yarattı. Atatürk Cumhuriyeti ve inkılaplarını kadın devrimleri anlamında da değerlendirmek çok önemli. Aslında bu devrimlerin en önemli özelliklerinden biri, kadın varlığını bir hak öznesine dönüştürmeyi hedeflemiş olmasıdır. Artık kadın, o Cumhuriyet devrimlerinden sonra eşit, hak öznesi bir birey olarak toplumda var olma olanaklarına kavuşmuştu. Ama Türkiye siyasal tarihi 1950’lerden sonra Demokrat Parti muhafazakâr algıları sistemli olarak siyasal İslamcı bellektemelinde toplumu dönüştürme girişimleriyle kendi var oluşsal özgürlüğünü gerçekleştirme olanaklarından bugüne kadar yoksun bırakıla bırakıla bir sistem örüldü. Kadın kutsal annelik sistematiği içerisinde, kutsallaştırılmış bir günah bedeni haline dönüştü. İslamist bakış açısı, kadını tüm değerlerinden, insanî varlığından, hak öznesi birey olma durumundan, eğitim, sosyal, kültürel, toplumsal hayata eşit bir şekilde katılma haklarından soyutlayarak eve kapattı. Dini olarak bir günah nesnesi haline getirerek kendi bedensel varlığının içine gömdü. Kadının insan görünümü, bedeni,kamusal olarak siyasal İslamın hegemonyası için bir tehlike olarak görüldü. Siyasal İslam, kadın bedeninin kendi mekânsal hâkimiyeti içerisinde örtünmesini teşvik ederek, onu bir ‘kıyafet özgürlüğü’ adı altında aslında diğer hakları elinden alınmasının örtüsü haline getirerek kadını kamusal alandan soyutlayarak bir mekân hâkimiyeti kurmak istedi. Kadın hareketi bunun gerçekliğini kavramış durumda. Her türlü inançta, yaşta, eğitimde ve sınıfsal yapıda siyasal İslamın AKP örgütlülüğü içerisindeki anlayışının dayattığı kültürel yapı içerisinde topluma hâkim olma, kamusal alanı kendine benzetme yönünde, kadının kendi bedeninin siyasal İslam için temel araç olduğunu fark etti. Kadın, siyasal İslam’ın kendi bedenini araç olarak kullandığını fark ederek bir aydınlanma yaşadı ve bunun kendisi için yarattığı tehlikeyi kavradı. Onun için de 31 Mart seçimlerinde AKP’ye “dur!” dedi. Bu çok büyük bir farktır. Türkiye siyasal tarihinde bu farkın en büyük etmeni kadınlardır.



Şule: Gerçekten çok verimli bir söyleşi oldu. Biliyorum,bunun üzerine daha çok da konuşulabilir ama biz sizi dinlemeye doyamadık. Çok teşekkür ederiz. Bir sonraki söyleşide başka bir konuda sizinle birlikte olacağız.



Neval: Ben teşekkür ediyorum. Dilerim gelecek zamanlarda yeni Anayasayı, temel hak ve özgürlükleri, kadın ve çocuk haklarında bizi bekleyen tehlikeleri, demokrasi anlamında üstlenmemiz gereken görevleri, ayrımcılığa karşı nasıl mücadele edeceğimizi yine konuşuruz. Birlikte paylaşırız, karşılıklı öğrenmiş oluruz. 



Şule: Sadece söyleşerek değil, yazılarınızla da dergimizin yazarı olabilirsiniz.



Neval: Zevkle. Beni bağışlayın biraz zaman sıkıntısı yaşıyorum ama elbette bunu görev kabul ederim.



Şule: Bu sözü aldık ya tamam artık biz o görevin peşini bırakmayacağız. Dergi olarak teşekkürler.



Neval: Rica ederim.



19 Nisan 2024

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.