yaylaboztas@yahoo.com
Kısa ve beyaz saçları, kolyesi ve mavi gözleriyle uzaklara bakıyor.
Sisli bir ormanın arka planında, koyu kahverengi bir ahşap yüzey üzerine konmuş, kırmızımsı kahverengi çay dolu bir bardak. Orman, düzgün sıralanmış ve yüksek gövdeleri olan çam ağaçlarından oluşuyor. Sis, ormanın gizemli ve huzurlu bir atmosfer yaratmasına katkıda bulunuyor.

Sıcağa ve gürültüye tutuklu bir gün… Karşımda alabildiğine mavi bir deniz, başını dinleyecek zamanı yok. Bir yığın gemi, tekne, kayık yarıyor sularını. İnsanlar var oldukçada hiç böyle bir şansı olmayacak. Yalnız balık pırıltıları, martı kanatlarının gölgesiyle mutlu olması imkânsız. Kim bilir belki de insanlarla mutludur!



Garson önüme koyduğu çayın bu denli soğuk olduğunu ya bilmiyor ya domuzuna farkında. Ne diyeyim daha bir yudum almadan çekti gitti. Burası Öğretmenevi. Her şeye razı olacaksın demek mi oluyor? “Burası Türkiye” yakıştırması hep içimi acıtır. Ülkenin yüzüne yapışmış bir ayıp. Türkiye’nin suçu ne, ayıp olan insanların aymazlığı…



Garson bir yerde yok.   Buraya bir daha uğradığında en az on dakika geçer. E zaten o kadar zamanda çayın soğuması normal. “Titizlenme hocanım, 125* kuruşa çay içiyorsun. Say ki paranı düşürdün…” diyecektir azarlar gibi. “Mesele 125 kuruş değil küçük adam, mesele beni aptal yerine koyman.” Yine geviş getirerek soğuk, tatsız tuzsuz çayı içtim ya, oh olsun bana…



Yan masadaki bir adam yalnız oturduğumu görünce beni “müsait” mi sandı ne? Bakıp duruyor. Suratında kapı kolu, pencere mandalı gibi bir burun, tutup açası geliyor insanın. Bu kapının ya da pencerenin ardında sadece karanlık bir boşluk vardır büyük olasılıkla… Be adam bu cesareti nereden alıyorsun, ben “namüsait” bir kadınım. Ah kendini dayanılmazsanan erkekler Allah gözünüzü doyursun desem!  Arkamı döndüm ona; iyice gözleri kayacak adamın, vah garibim vah…



Önümden telefon yapışmış kulaklar, kıpırdayan dudaklar, ne olduğu anlaşılmayan cümleler geçiyor; yorgun, dingin, bezgin insanlarla. Kocaman memeler, dokunsan yağ döküpağlayacak göbekler, yağlı kalçalar, kıvırcık saçlar, saçsız başlar geçiyor. Siyah gözlüklerin ardında bakışlarından anlam çıkarılamayan gözler, bıkkın fren sesleri, sıcağını, egzozunu insanın yüzüne kusan arabalar, homurdanan öfkeli bezgin otobüsler geçiyor.



Adam kalktı yerinden, önümden geçerken gözünü masama bıraktı. Şort giymiyorum, giysim askılı değil (Velev ki öyle olsa! Bu velev ki sözcüğüne çok acıyorum. Onu herkullandığımda önüne ünlem koyuyorum. Sen benim sözcüğümdeğilsin demek için. Sıcaktan bunaltan saçlarım arkada sıkısıkıya bağlı. Giysim çok sade ve edepli. Bir cenazeden dönüyorum. Şurada bir nefeslenip üzüntümü küllendireyim dedim. Delinin zoruna bak!



Düşünürken buldum… Önümdeki deftere bir şeyler yazıyorum ya. Adam için müsaitliğin ölçüsü. Yazar çizer takımından. Kadın olduğuna bakmadan oturup milletin içinde yazıyor. “Bir kadın olarak yazma be kadın!” demedi ama düşündü belki de. Ne yazıyor? Nesine gerek! Belki… Yok,belki değil büyük ihtimalle de feminist… Ne demişti filmin birinde adam “Feminist ne demek?” diye soran arkadaşına“Feminist mi? O…pu gibi bir şey. E … Tamam, işte, neden bulundu… 



Kapı ve kolu uzaklaştı. Yazık, şimdi yeniden müsait bir kadın arayacak.



Sıcak beynimi yakıyor… Genç bir kadın, arka bacaklarına tekerlek takılmış minicik bir köpeği tasmasından çekerek geçti önümden. İki cansız bacak coşkuyla yürüyen ön bacakların arkasında asılı, dönen tekerlekler arka bacakların işlevini görüyor. Kadına sevgiyle, minnetle baktım. Güzel yüzü gülücük dolu, uzun boylu, şortlu, bluzu askılı…  



Bu genç kadın büyük ihtimalle feministtir…Sizce?



*Çay 125 kuruşken yazılmış bir deneme. Şaşırmayın sevgili okurlar.

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.